‘Online Gençler Çevrimdışı Yetişkinler’ kitabının yazarı Ali Aydın, ilk ders zili çalarken eğitim sistemindeki sorunlara dikkat çekiyor.
Ulusça her yıl olduğu gibi bu yıl da Türkiye’de şüphe uyandıran çekince koyan hiçbir soruyu aklımıza getirmeden ‘yeni’ eğitim-öğretim yılına merhaba diyoruz. Devralındığından beri anlamlı hiçbir değişime konu olmadığı halde bu eğitim-öğretim faaliyetlerinin yapıldığı her bir yıl için de cüretkâr bir biçimde “yeni” ifadesini kullanıyoruz.
Yapıp ettikleri ile hemhal olan insanın düşünmek için durması ne kadar elzemse, yapageldiklerini aralıksız bir biçimde tekrar edenlerin düşünmek için durak olacak bir aralığı kaçırdıklarında düşünme yoksunluğu içinde olmaları o kadar mukadderdir. Eğitim alanında ortaya çıkan devasa düşünme açığımızın bir nedeni de bu olabilir. Zira klişeler, standartlaşmış ifade ve davranış kodları ile hiçbir yerde durmadan ve hiçbir engele takılmadan “pürüzsüz” bir biçimde ilerleyerek günleri, haftaları ve yılları geçirebilirsiniz. Arendt’in tabiriyle klişelerin, standartlaşmış ifade ve davranış kodlarının gerçekliğe karşı, yani tüm olayların ve olguların salt varoluşlarıyla düşünmemizde uyandırdıkları ilginin düşüncemiz üzerindeki taleplerine karşı bizi korumak gibi bir sosyal işlevi vardır. Kuşkusuz bu taleplere sürekli karşılık vermek durumunda kalınsa bir yorgunluk hali olurdu. Ne var ki böylesi bir talebin varlığından tamamen bihaber olmak yorgunluktan çok daha yüksek bir maliyeti karşımıza çıkarıyor. Türkiye sathında o maliyetle temelden yüzleşebilme adına öne çıkan herhangi bir düşünce, yaklaşım yahut kavrayışın henüz ortaya çıkmadığını acı da olsa söylemek durumundayız. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in son paylaştığı veriler ışığında 74 bin eğitim öğretim kurumunda ve 878 bin derslikte ders başı yapacak 21 milyon öğrenci, anne babaları da düşünüldüğünde 60 milyon kişi işte böylesi bir vasatta “yeni” eğitim-öğretim yılına merhaba diyor.
Politik-ideolojik kanaat ve inançlarına sıkı sıkıya bağlı tarafların “polemik” içeren tartışmaları Türkiye’de eğitim üzerine konuşulduğu ve tartışıldığı izlenimi verebilir. Dolayısıyla yukarıda Türkiye’de eğitim alanında düşünme açığı bulunduğu yönündeki tespitim isabetsiz bulanabilir. Oysaki tam da Adorno’nun dediği gibi bir manzarayı doğrulamaktan öte gitmez bu tanık olduğumuz kuru gürültüler: “Yürüttükleri polemik, içerdiği yarım hakikatlerle, hakikatsizliğin tamamadır çoktan.”
Mevcut eğitim sisteminin yasal dayanakları, örgütlenme yapısı, bürokratik zihniyeti gibi yapısal özelliklerinin üzerinden atlanarak amaçlılığı ve o amaçlılığına mündemiç araçsallığına zerrece çekince koymadan yürütülen tartışmalar, birbirlerine düşman dahi olsalar kardeşler arası münakaşadan öte değildir. Onların kardeşlikleri metodolojiktir.
Türkiye’de toplum kesimleri konuyu da konu ile ilgili karşılaşılan sorunları da teknik-tali olarak görmektedirler. Dahası Milli Eğitim Bakanlığı üzerinden sahrada vaha ummaktadırlar. Öte yandan bürokrasi ile her sorunun çözümü olabileceğine dair batıl bir inançtan muztariptirler. Seküler ve muhafazakâr mahallelerin bu nedenle konu eğitim olduğunda aynı miyopluk içinde oldukları söylenebilir. Mesela iki mahalle için de “müfredat” bahsini önemli kılan işte bu miyopluktur. Müfredat esasında aracı elinde tutanın imzasından başka bir şey değildir. Müfredat tek tip eğitimin cari olduğu bu şartlar altında eğitim sistemi denilen bütüncül mekanizmayı tartışma dışında tutmaktadır ve yalnızca sisteme ilişkin mülkiyet iddiasının aparatıdır. Daha fazlası değil! Müfredatın bu şartları alıkoyarak daha fazlası olabileceğini düşünmek bu düşüncedeki herkesin uyuduğunun açık kanıtıdır.
Okul sosyal, siyasal ve ekonomik gerçekliği yansıtır. Gerçekliği kurmaz. Yeni bir gerçeklik kurmak bir yana var olanı tahkim eder ve yeniden üretir. Okulun gerçekliği inşa edebileceğine inanarak her şeyi okulda yapabileceğini düşünmek amaç-araç uyumsuzluğunu oldukça hafife almaktır. Bu inancı gerçekçi kılacak olumlu performans verilerinin elimizde olmadığını da ekleyelim. İlköğretimden yükseköğretime performansı son derece düşük bir sistemde aynı hat üzerinde kalarak farklı sonuçları elde edebileceğimizi umuyoruz. Kuşkusuz bunda klişeleri, basmakalıp fikirleri içtenlikle kabul edişimizin etkisi var. Dolayısıyla Türkiye için artık kritik olan şudur: Bizim ülkece bir sorumuz olacak mı?
Soru sorma sanatını unutan ya da bu sanatın kullanılamaz hale gelmesine izin veren hiçbir toplum, kendini kuşatan sorunlara cevap bulabileceğine güvenmemelidir, diyor Cornelius Castoriadis. Dikkat edilirse Castoriadis “soru sorma sanatı” diyor. Kuşkusuz bu sanatın icrası sadece soru sormakla sınırlı değil. Doğru soruları sorabilmek sorunun kendisinden de mühim. Zira bir sorunun şekli bizi doğru cevaplardan da uzaklaştırabilir. Bilge insanların muhataplarının seviyesini sordukları sorunun niteliği üzerinden tartması boşuna değil. Sınav sistemi, öğretmen atamaları, derslik sayıları, okul binalarının tamir-tadilat işleri, seçmeli dersler, müfredat vd. her biri bir öneme sahip olsalar bile sistemin yapısı ve gidişatına doğrudan tesir eden dolayısıyla sistemin bizatihi kendisini konu eden başlıklar değildir. Bu başlıklardan çıkan binlerce sorunun aradığımız – ya da arayacağımız- bir tek gerçek cevabı bize vermemesinin nedeni de budur.
Erken modern dönemin ihtiyaç ve isteklerine göre yapılandırılmış zorunlu –kitlesel eğitim düzeneğinin küresel çapta zemininin kaydığı bir aralıktayız. Bu açık biçimde bir kriz halidir. Modernliğin ve onun kurumlarının krizidir söz konusu olan. Devlet, ekonomi, eğitim, kültür ve aile gibi kurumlar yeni durumdan kaynaklı meydan okumalarla karşı karşıyadır. Krizi anlamak ve krizi derinleştiren unsurların bugünkü varlıklarını borçlu oldukları modern geçmişleri ile bağ ve bağlantılarını ortaya koymak ve bir düşünsel, entelektüel nitelik ile kamunun da dahil olacağı bir tartışmayı bu alanda sürekli beslemek önem arz ediyor.
Eğitimin erken modern dönemden bugüne düşünüldüğü şekliyle düşünülmesinin artık ikna ediciliği kalmamıştır. Karşı karşıya olduğumuz yeni gerçeklerin yüzümüze haykırdığı budur. Eğitim elbette “anlamsız” hale gelmemiştir; ne var ki eğitim üzerine düşünme şeklimizi değiştirme kudretine sahip sorulara ve o soruları yanıtlama biçimimizin inandırıcılığına muhtaç haldeyiz. Dolayısıyla Türkiye için artık kritik olan şudur: Bizim ülkece bir sorumuz olacak mı?