‘Savaşın İnsanları’ kitabının yazarı Cihat Arpacık “Ölümleri artık istatistiklere bile dahil edilmeyen Arakanlı Müslümanlar mülteci kamplarında sadece gözlerini açıp kapatmaya çalışıyor” diyor.
Ortadoğu ya da Afrika ülkelerinden Batı’ya kitlesel göçlerin artması ve böylece mültecilerin daha da görünür olmasıyla göç olgusu küresel politikanın temel gündemi haline geldi. Avrupalıların göz zevkini bozmayacak, siyasal kompozisyonu değiştirmeyecek göç hareketleri “vicdan pazarlarında” alıcı bulmadı. Afrika’nın kimi ülkelerinde yaşanan ve yüzbinlerce insanın yerlerini değiştirmelerine neden olan kıtlık göçleri Batı başkentlerinde yaşayanların ya da Hollywood ünlülerinin içine işlediğinde “Aç Afrikalıların” yardımına koşuldu. O da “vicdan pazarı” dağılana kadar. Gezegenin en ucuna çengelle asılmış gibi duran ve şu ana kadar gördüğüm mülteci topluluklar içinde durumları en kötü olan Arakanlı mülteciler ise bu vicdan pazarında en az sergilenenler oldu.
Batı’nın dokusunu bozmayacak, küresel sistemi etkilemeyecek, ölümleri artık istatistiklere bile dahil edilmeyen ve ayakkabılarının tekini dahi alamadan Myanmar’dan kaçmak zorunda kalan bu Müslüman azınlık hâlâ Bangladeş’te yaşamaya -daha doğrusu Mısırlı komedyen Besim Yusuf’un Gazze’deki son katliamlarla Sina’ya sürülmek istenen Filistinliler için dediği gibi- mülteci kamplarında sadece gözlerini açıp kapatmaya çalışıyor. Arkalarında Myanmar hükümetinin güçlü desteğini alan milliyetçi Budist çetelerin ülke genelinde Müslümanlara yönelik gerçekleştirdiği katliamlar yeni değil. Sorunun kaynağı aslında Asya’daki mevcut krizlerin pek çoğunda olduğu gibi bir sömürge sorunu. İngiltere, uzun süre Güney Asya’yı denetim altında tutmuştu. İngiltere sömürgelerinden biri de şimdiki Arakan’ı da içine alan bölgeydi ve buraya başka yerlerden getirdiği işçileri yerleştirmişti. İngiltere, II. Dünya Savaşı’nın ardından Güney Asya’dan çekildikten sonra kurulan Myanmar devleti Arakanlı Müslümanların da bu topluluklardan olduğunu öne sürdü ve Müslümanların bölgenin asli unsuru olmadığı iddiasıyla onlara yönelik hak ihlallerine girişti. Oysa Arakanlı Müslümanlar, kimi kaynaklara göre 1100’lü yıllardan beri bölgede yaşıyordu.
1990’larda bu baskılar örtülü bir etnik temizliğe evrildi. Müslümanlara uygulanan çocuk sınırı, zorla çalıştırma ve Myanmar Vatandaşlık Yasası’ndan doğan diğer baskılar; Müslüman azınlığın seçme ve seçilme haklarının ihlal edilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanamaması ve nüfus sayımına dahil edilmemesi bu örtülü etnik temizliğin işaretleriydi. Bütün bunları, ülkenin verimli tarım arazilerinde, tıpkı Filistin’deki yasadışı yerleşim bölgeleri gibi Budist bölgelerinin kurulması izledi. Zaten katliamlar da başlamıştı ve bu durum ilk göçlerin yaşanmasına neden oldu. Katliamlardan kaçan Arakanlı Müslümanlar, Hindistan, Malezya ya da Tayland gibi çevre ülkelerin yolunu tutmak zorunda kaldı. En çok mülteci ise Bangladeş’e gitti. Myanmar’da Müslümanların yaşadığı nadir bölgelerden biri olan Arakan’daki katliamlar bir tepki de doğurdu ve Arakanlılar arasında bir örgüt kurulmasına neden oldu. “Arakan Kurtuluş Örgütü”nü bahane eden Myanmar hükümeti, 2005’ten sonra emrindeki silahlı Budist milislerle daha büyük bir insan kıyımına girişti. 11 Eylül saldırılarını bahane eden ve ABD ve Batı’da yükselen İslamofobiyi kullanan Myanmar yönetimi bu örgütün El-Kaide ile organik bağı olduğunu iddia ederek katliamlara meşru bir arka plan kazandırmaya çalıştı.
Birçok detayıyla birlikte Filistin’e benzeyen Arakan meselesi hiçbir zaman dünyanın öncelikli gündemi olmadı. 2016’daki soykırım girişimi bazı uluslararası kuruluşları harekete geçirdi ancak bu çaba da bir süre sonra sönümlendi. Bu süreçle birlikte Bangladeş’teki mülteci kamplarında yaşayan Arakanlıların nüfusu 1 milyona kadar dayandı. Bangladeş zaten “önemsenen”, güç dengelerinin bir yerine konumlandırılan bir ülke değildi. “Uzaklarda bir yer” olarak bilindi ancak soykırım korkusuyla Myanmar’dan kaçan Arakanlı Müslümanların çoğunluğu da mecburen bu yoksullaştırılmış ülkeye gelerek mülteci kamplarına yerleşti. Bangladeş’teki mülteci kamplarının bazıları “gayriresmî” statüde ve asıl dram binlerce insanın doluştuğu bu kamplarda yaşanıyor.
‘HİÇBİR ŞEYSİZ’ YÜZBİNLER
Mülteci kampı denildiğinde akıllara çadırlarda yaşamaya çalışan insanlar geliyor. En azından 2010’da Dubai’de beni ilk kez Bangladeş’e götürecek aktarma uçağını beklediğim 8 saat boyunca öyle düşünüyordum. O zamanlar uluslararası kamuoyunun güçlü bir vicdanı olduğunu zannediyordum. Bindiğim Emirates uçağında önümdeki 1 haftanın son deliksiz uykusuna yattım ve uyandığımda bitip tükenmek bilmeyen bir yağmurun içine indim.
Başkent Dakka’dan saatler süren kara yolculuğunun ardından “mülteci kampında” bir tek çadır bile göremedim. Sazlıklardan yapılmış ve her yağmurda içine su dolan kulübeler ve neredeyse tamamının üzerlerinde elbise dahi olmayan binlere çocuk vardı. Çamur artık bu kampın sakinleriyle bütünleşmişti. Her gün çamurun içine uyanıyor, gün boyunca çamura bakıp daha sonra akşam olduğunda burada uyuyorlardı. Kamplardan dışarı çıkmaları yasaklanan bu insanların çocukları “eğitim” kelimesini kavram olarak dahi bilmiyordu. Her gün kamyonla dağıtılan ama burada yaşayanlara asla yetmeyen pirinç dışında yiyecek bir şey olmayan ve kelimenin tam manasıyla “hiçbir şeysiz” yüzbinlerce insandan bahsediyoruz ve bu insanlar resmî olarak “mülteci” değiller. Çünkü Bangladeş onlara resmî mültecilik belgeleri verirse aynı zamanda mültecilik statüsünden kaynaklanan birçok hak da vermek zorunda kalacak. Dolayısıyla bahsettiğim “hiçbir şeysizliğe” bu da dahil. Yaşayan ama aslında görünmeyen, birileri bir avuç pirinç verirse o gün karınları doyan, işkence, katliam ve tecavüzlerden kaçmış, Birleşmiş Milletler tarafından “Dünyanın en fazla eziyet gören topluluklarından biri” olarak tanımlandığı halde durumları her zaman göz ardı edilen 1 milyon insan. Uluslararası yardım kuruluşlarıyla birlikte bu kamplara gelen gazetecilerin “dehşet ilginç” görüntüleri aldıktan sonra yine kendi hallerine bıraktıkları bitimsiz bir kalabalık. Buradaki insanların kendilerine biçilen rollerini hakkıyla verecek şekilde bir gölge gibi yaşadığı bu kampların birinde konuştuğum bir mülteci mealen şöyle demişti:
“Bazen ‘Keşke Budist çetelerin kılıçlarıyla ölseydim’ diyorum. Aşağılanmak ölümden daha kötü. Arakan’da ölenler bizden daha şanslı.”
Korkunç katliamlara ve zorunlu göçlere maruz bırakılan Filistin ve Suriyeli milyonlarla en azından dayanışmak isteyen dünya halkları var. Çünkü başımızı çevirsek de onları görebilmemiz mümkün. Duyarsız kalmak ortalama bir vicdan için imkânsız. Ancak Arakanlı mültecilere bakmaya çalışsak da onları göremiyoruz. Çünkü çok uzaktalar. Varlıkları ve yaşadıkları 18 Aralık Uluslararası Göçmenler Günü’nde yine ajandaların ilk sıralarında olmadı. Belki de sadece yeterince odaklanırsak sapsarı çamura saplanmış bu kara “insan tanelerini” görebileceğiz.
CİHAT ARPACIK KİMDİR?
İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünden mezun oldu. Milli Savunma Üniversitesi’nde İstihbarat Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimi aldı. Çeşitli gazete, televizyon ve dergilerde çalıştı; savunma, güvenlik, yargı konularına yoğunlaştı; kriz ve çatışma bölgelerinden haberler yaptı. Suriye iç savaşında insan manzaralarını aktardığı ‘Savaşın İnsanları’ isimli bir kitabı bulunmaktadır.