Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “Suriyeliler meselesinde ‘bize uysunlar veya geri gitsinler’ şeklindeki düz mantık bırakın sorun çözmeyi sorunu anlamaktan yoksun” dedi.
Ülkemizin değişmeyen gündem maddelerinden birisini epeydir Suriyeliler oluşturuyor. Çoğunlukla ‘kriminal’ çağrışımları, imaları olan haberlerin konusu olarak yer verilen bu insanlar bugünlerde yine sıcak gündemimizin öne çıkan başlıkları. Doğrudan varlıklarının, yaşam biçimlerinin sorun edildiği yerlerde bu insanların şehir kullanımına ilişkin yasaklamalar getirilmekte. Basına yansıyan haberlere göre bazı yerlerde plaj kullanımları yasaklanmış. ‘Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor’un zihniyet dünyasını çağrıştıran bu haberlerin yanında bizatihi ‘ötekilikleri’ üzerinden nedeni belirsiz bir huzursuzluğun kaynağı olarak görülmeleri durumu da söz konusu. Örneğin Suriyelilere ilişkin konuşan İçişleri Bakanı mevzuya olabildiğince sağduyulu yaklaşmakta, bu insanları ölümlü bölgeye geri gönderemeyeceklerini, acımasız olmayacaklarını belirtirken şunları da söylemektedir: “Ama bir sorumluluğumuz daha var, bunların İstanbul’daki hayata, kamu düzenine, nizamına, bir vesileyle uymalarını sağlamak zorundayız. Bizim görevimiz bu… Bize uyacaklar.” Meseleyi bir asayiş konsepti içerisine yerleştiren egemen yaklaşıma karşı bir ülkeye karşı en büyük bağlılığın vatandaş olmayanların bağlılığı olduğunu belirten Derrida’nın önemli tespitini hatırda tutarak birkaç hususa işaret etmek durumundayız. Belediyelerin almış olduğu yasaklama kararının meseleye yaklaşma, kavrama ve çözüm getirme şeklinin problemli olduğu açık. Birtakım yasal tedbirler üzerinden meseleyi yönetebileceğini varsayan bu yaklaşımın çok sınırlı ve yüzeysel olduğu ortadadır. Diğer taraftan İçişleri Bakanı’nın yumuşak söylemi tüm ‘hümanist’ görünümüne rağmen meseleye yaklaşma, kavrama ve çözüm önerisiyle benzer bir sınırlılık ve yüzeysellikle malul. Her iki yaklaşımda da paylaşılan ön kabul şu: İnsicamı bozulmaması gereken bir ‘burası-biz’ var ve ‘buraya-bize- mutlak surette uyması gereken ‘onlar-Suriyeliler’ var. İnsicamı bozulmaması gereken bizi-burayı korumak için onları-Suriyelileri ‘geldikleri yere geri gitsinler’ şeklindeki açık dışlayıcılıkla ‘bunlar bizim kardeşlerimiz, misafirlerimiz, onlara bakmak mecburiyetimiz var’ şeklindeki ‘misafirperver’ kabul; ‘biz-onlar’, ‘ben-öteki’ ayrımını tereddütsüz şekilde kullanmakta, onamakta. Dolayısıyla belirgin şekilde farkı olan bu iki yaklaşımı benzeştiren veya sonuçta ikisini aynı parkura getiren bu ön kabullere, meseleyi sınırlı bir lokasyona indirgeyen, orada tüketen ve bu nedenle de anlamlı bir çözüme engel olmanın yanı sıra sorunu kronikleştiren tarza/usule/yaklaşıma/düzeneğe bakabilmeliyiz. Yani 2011’de başlayıp bugün Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre 3 milyon 600 bini aşan ‘Geçici Koruma’ statüsündeki Suriyelinin, yaklaşık ülke nüfusumuzun yüzde 5’lik kısmına denk gelen bir nüfusun, 2011’den bu yana Türkiye’de doğanların yarım milyonu bulduğu bu insanların ‘bizim cari sistemimize uysunlar’ şeklindeki asayişçi bir yaklaşımla yönetilmesine, yönetilmeye çalışılmasına ciddiyetle eğilmeliyiz.
Çünkü özcü dışlayıcılık ile ‘hümanist’ misafirperverlik sarkacında oluşan yanılsama bize meseleyi ‘gitsinler-kalsınlar’ şeklindeki bir karşıtlık üzerinden ele aldırmakta. Oysa burada ‘göçün doğası buna uygun mu?’, ‘Suriye ve bölge gerçekliği bir geri dönüş ihtimalini kısa ve orta vadede barındırıyor mu?’ gibi soruların yanı sıra ‘bize uysunlar veya geri gitsinler’ şeklindeki düz mantık yönetsellikten süzülen sınırlı ve yüzeysel kavrayışla da hesaplaşmak durumundayız.
Bu tarz kitlesel nüfus kaymalarında geri dönüş ihtimali nedir? Bunca insanın derme-çatma da olsa yeni düzen kurduğu bir yerden geride bıraktığı yere geri gideceğini varsaymamızı gerektiren ne tür gerekçeler var elimizde? Diğer taraftan yerini-yurdunu terk edip buralara gelmek zorunda kalan insanların gerçekten de varsayıldığı gibi geri dönebilecekleri bir yerleri var mı? İç savaşla yıkıma uğrayan bu ülkenin yakın coğrafyaya saçılmış bu nüfusu yeniden çekecek ne tür istikrar hamleleri gerçekleştirdiği varsayılıyor? Ölümü, yıkımı yaşamış bu insanlar; siyasal çatışmaların sürdüğü, ölümün kol gezdiği, belirsizliğin hüküm sürdüğü ülkelerine niçin ve nasıl geri dönecekler?
Göçün çoğunlukla ‘tek yönlü bir yolculuk’ olduğu gerçeği ve Suriye’nin ve bölgenin kısa ve orta vadedeki durumu bir geri dönüş imkânını olabildiğine güçleştirdiği bir ortamda gerçekle yüzleşmek dışında yapabileceğimiz bir seçenek kalmıyor. Bu gerçekten statülerine verdiğimiz ve nasılsa geri dönecekler beklentimizi görünür kılan ‘geçici koruma’ ismiyle ne kadar kaçmaya çalışırsak çalışalım sorunun kendiliğinden çözülmeyeceğini ve ancak biz çözme iradesi gösterebilirsek çözülebileceğini bilmek durumundayız. Daha önce de çeşitli vesilelerle belirttiğim gibi bu çaptaki bir nüfus Türkiye için bir imkân, bir fırsattır. Ancak bu nüfus belirli bir akılla, belirli bir stratejiyle yönetilmezse baş edilmesi güç yeni bir soruna dönüşmekte gecikmeyecektir. Nitekim yerel yönetimler üzerinden basına yansıyan yasaklama haberleri toplumsal hayatımızın kuytularında dem tutan yeni bir çatışmanın, çatışma alanının öncü semptomları olarak ele alınmak durumundadır.
Yukarıda sorunla yüzleşmemiz için hesaplaşmamız gereken ‘bize uysunlar veya geri gitsinler’ şeklindeki düz mantık yönetsellikten süzülen sınırlı ve yüzeysel kavrayışımız olduğunu da belirtmiştim. Bu kavrayış bırakın sorun çözmeyi sorunu anlamaktan, soruna gerçekçi yaklaşmaktan yoksun. ‘Bize uysunlar’ denildiği vakit, sanki ortada problemsiz bir ‘biz’ var, sanki bu ‘biz’i problemsiz şekilde taşıyan bir düzenimiz var deniyor. Oysa Türkiye, Suriyeliler olmadan yani ‘insicamı’ bozulmadan evvel de ciddi sorunları olan bir ülke idi. Dolayısıyla Suriyelilerden bağımsız şekilde mevcut düzenin ve ilişki ağının hak ve özgürlükler temelinde dönüştürülmesi için mücadelelerin ve söylemlerin eksik olmadığı bir ülke idi Türkiye. Suriyelilerin ülkemizi gelişi zannedildiği gibi toplumsal uyumunu kemale erdirmiş, siyasal sistemini bu toplumsal uyumun ritmine uydurmuş bir yeryüzü cennetini zevale uğratmış değil. Tersine Suriyelilerin varlığını bahane ederek derde deva olmayan eski yapıda keramet olduğunu iddia eden bir tür savunma mekanizması gelişti.
Gerçeklerle yüzleşmek zordur elbette lakin yukarıda belirtildiği gibi Suriyelilerin mevcudiyeti hak ve özgürlükler temelinde inşa edilmiş ve toplumsal birliği, bütünlüğü sağlamış bir yapıyı bozmamış sadece daha bir görünür kılmıştır. Bizi taşımakta zorlanan bir yapının Suriyeliler için de çare olarak kodlanması yapının tüm defolarını açığa çıkarmıştır. Bu şartlar içerisinde yapıyı sorun etmek yerine yapının defolarını görünür kılan Suriyelileri sorun etmek veya çözüm için bu defolu yapıyı tahkim edip Suriyelilerden bu yapıya uymalarını koşulsuz istemek gerçekliğe gözlerini kapamaktır. Suyun içine hatırı sayılır miktarda şeker ekleyip suyun safiyetinin aynı şekilde kalmasını istemeye benziyor durumumuz. Bu karışım kaçınılmaz şekilde yeni şeyler için bizi zorluyor. Dikkat edelim burada mesele artık bir şekilde karşı karşıya kaldığımız Suriyeliler değil. Suriyelilerle karşılaşan bizler de artık eski ‘biz’ değiliz. ‘Öteki’nin varlığından duyduğumuz rahatsızlık açık konuşmak gerekirse biraz da onun aynasından yansıyan kendi görüntümüze katlanamayışımız, kabullenemeyişimiz kaynaklıdır.
Dolayısıyla gitme ihtimalleri son derece zayıf ve ‘öteki’ olarak gördüğümüz bu insanlarla bize bile yar olmayan sisteme uyma çözümü ile anlamlı bir gelecek inşa edemeyeceğimiz açıktır. Tarihsel-kültürel havzamızın doğal uzantısı ve inanç evrenimizin önemli parçası olan bu insanları bir ‘doğal düzen’ beklentisi içinde kendiliğinden eklemleneceklerini, bir yama olarak zamanla kaynaşacaklarını düşünüyorsak -ki düşünüyoruz- bunun çok ucuz ve aşırı iyimser bir beklenti olduğu açık. Bu büyük nüfusla içerde yeni bir devinim kazanabileceğimiz gibi bölgeyle, bölge insanıyla yeniden bir buluşma yaşama imkânımız var. Ancak bu imkân kendimiz için olanı içeren yapısal değişimleri zorunlu kılıyor. Bizi muaf tutacak, sadece onları, ‘ötekileri’ kapsayan bir çözüm stratejisinin olamayacağı ortadadır. Örneğin Suriyelileri öğrencilere okula aldığımızda onlara uygun dersler koyarak işin içinden çıkamayız. Suriyeliler okula geldiklerinde o okul artık kendisini var eden başlangıç koşullarından farklı ve öte bir şey demektir. Dolayısıyla sadece Suriyelileri değil orada okuyan diğer öğrencileri, orada öğretilen şeyi ve öğretilme şeklini yapıbozuma uğratan yeni bir gerçeklik söz konusudur ve yeni gerçekliğe uygun çözüm ancak yeni şartları gözeten bir okumayla mümkündür. Aksi taktirde meseleyi asayiş meselesine indirgeyip Suriyelilerin varlığını kriminal hadise olarak görenler zorlu yarınlarımız için sorun büyüttüklerinin farkına bile varamazlar.