Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, 10 ili vuran deprem felaketinin getirdiği yıkımın ardından ihmallere dikkat çekiyor.
Tarihimizin en büyük felaketlerinden birisini yaşıyoruz. Kayıplarımız çok, acımız büyük. Çok yüksek bir maliyetle karşı karşıyayız. Arama, kurtarma ve kalanlar için güvenli bir yaşam döngüsü oluşturma öncelikli gündemimiz. Şiddeti çok yüksek bir deprem, etkilediği alan çok büyük. Bu durumun kendi başına getirdiği açmazlar çok fazla. Baş etme kapasitemizin çok üzerinde bu yönüyle. Yine de bunların ötesinde deprem öncesi ve deprem anından bu yana yapıp ettiklerimize ilişkin değerlendirme yapmakta fayda var. Zira deprem, sel vs. gibi yaşadığımız “doğa” olaylarının maliyetli bir felakete dönüşüp dönüşmemesi sadece bu olayların şiddetiyle ilintili değil. Aynı zamanda bizim “doğa” ile kurduğumuz ilişkinin niteliğiyle doğrudan bağlantılı olduğu çok açık. Özellikle günümüz dünyasında sahip olduğumuz teknik bilgi ve maddi imkânlar, bu tip olaylar neticesinde yaşadıklarımızı doğal afet olmaktan çıkartıyor, sosyal-politik bir düzleme yerleştiriyor. Çaresizce maruz kaldığımız bir durumdan kendi yapıp ettiklerimiz ve yapmadıklarımız neticesinde sorumlusu olduğumuz bir hadiseye çeviriyor. Doğal bir felaketi (!) politikleştiren şey de bu zaten.
Sosyolog Bruno Latour’un aktardığı üzere “yer sistemi artık eylemlerimize tepki gösteriyor, öyle ki artık modernleşme arzularımızı yerleştirebileceğimiz değişmez ve aldırışsız bir çerçeveniz yok… Tüm eski doğal kaynakların üstüne bir Made in Human yaftası kazınmış gibi.” Yer sisteminin eylemlerimize tepki vermesi şüphesiz doğayı boyun eğdirilecek bir düşmana çevirdiğimiz günden bu yana derinleşen çevre, iklim krizleriyle iyice ayyuka çıkmış durumda. Diğer taraftan yer sisteminin eylemlerimize tepki vermesinin dışında kendine has bir işleyişinin olduğu ve bu işleyişi göz ardı ederek gerçekleştirdiğimiz her eylemimizin bumerang gibi bizi vuracağını ve tam da yukarıda alıntıladığım üzere bizi vurmasının müsebbibinin de kendimiz olacağını görmek durumundayız.
O halde tekrarlamakta yarar var. Depremin şiddeti çok yüksek, gerçekleştiği ve etkilediği alan çok geniş. 13 milyonun üzerinde insanın yaşam sürdüğü bir alandan bahsediyoruz. Üstelik mevsim kış, deprem gece oluyor ve ardından şiddeti yüksek artçı ve bağımsız depremler var. Bunlar hem ortaya çıkan bilançoyu ağırlaştırıyor hem de baş etme kapasitemizi aşıyor. Ancak tam bu noktada toplumsal formasyonumuzun meseleyi gecikmiş “aydınlanma geçirme” tepkilerinde boğdurmasına fırsat vermeden birkaç hususun altını çizmekte fayda var. Birincisi, depremin şiddeti ve etkilediği alan ne olursa olsun, deprem öncesine ilişkin koruyucu, önleyici tedbirlerimizin sahip olduğumuz bilgi ve imkânlarla kıyas kabul etmeyecek şekilde düşük olması. Tabiri caizse bildiğiyle amel etmeyen bir yapı, bir toplum, bir devlet var karşımızda. Egemen zihniyet, sosyal-kültürel genetik bir tür kolektif oto-kandırmacayı besleyip büyütüyor. Şüphesiz burada ciddiye alınması gereken bir pedagojik açık var: Sahip olduğumuz bilgi içeriğine uygun bir eylem doğurmuyor.
İkincisi, açık konuşmak gerekirse, ciddi anlamda kamusal ve kurumsal bir ahlaktan yoksunuz ve görünen o ki bunun temel sebebi de devlet-toplum ilişkimiz ve algımız. Kamusal-kurumsal bir ahlak geliştiremiyoruz çünkü “en büyük ayrıcalığımızın ötekinin eşiti olmak” şeklindeki bir sorumluluk bilincinden yoksunuz, asgari müşterekleri olan, birbirine angaje bir toplum olma halinden yoksunuz ve şüphesiz bağlantılı şekilde devlet her birimiz için önemli, anlamlı ve eşit mesafede olan bir yapı olmaktan çok ötekine karşı kullanabileceğimiz, dayanışabileceğimiz bir imtiyaz aracı, odağı.
Üçüncüsü, bağlantılı şekilde bu hususlar kamusal-kurumsal yapıların ve işleyişin anlamlı bir niteliğe bürünmesini, bu yönde bir sivil duyarlılığın gelişmesini-güçlenmesini engelliyor, anlamsızlaştırıyor. Kurumlar ele geçirilecek yerlere, kamusal mücadele de hukuki, ahlaki sınırları belirsiz bir reel politiğe dönüşüyor. Bu geniş ve kabulü mümkün olmayan bir kalıcı terbiye doğuruyor. Bunun üzerinde bir örtmece, kamuflaj şeklinde kullandığımız ve her şeyin “mış gibi” olmasına yol açan “sivil-resmi anlatı” alanı var ve ne yazık ki burası göstermelik bir alan. Göstermelik alan işin kitaba uydurulduğu, herkesin her şeyi bildiği ancak yürürlükteki “sessiz antlaşma” gereği ses çıkarmadığı alan. Sessiz antlaşma, kralın çıplak olduğunu bildiğimiz ancak öyle değilmiş gibi davrandığımız süre boyunca yürürlükte olan bir antlaşma. Antlaşmaya hayat veren ise çıkarlarımız, korkularımız, zihniyetimiz, kültürümüz vs. Gerçekte hepimiz ne olduğunu biliyoruz, işlerin nasıl döndüğünü, nasıl dönebileceğini biliyoruz. O yüzden ortalık, işi bilen ama işe gitmeyen insanlardan geçilmiyor. O yüzden iş bilmek; işi yapmak yerine işin nasıl yapılmayacağı ve işten nasıl kayırılacağı anlamına geliyor. Bildiğimiz işin gereğini yapmak işe gitmemeyi bilmekten daha önemsiz hale gelebiliyor. Sahip olduğumuz teknik bilgi ve imkânları niye kullanmadığımızı, niye işlevsel bir denetleme, kamusal bir sorgulama ve eleştiri getiremediğimizi buradan hareketle anlamlandırmak mümkün.
Bu hususlar temel hususlar ve dikkat edilirse daha çok deprem öncesine, bizim önleyici, koruyucu kapasitemizi belirleyen duruma ilişkin. Bu alandaki sorumluluklarımız yerine getirilmediği sürece deprem anı ve sonrasına ilişkin çabalarımızın tali olacağı açıktır. Çünkü geniş, rahat ve krizlerin olmadığı zamanlardaki lakaytlığımız kaderimizi belirliyor. Kriz sonrası ne kadar becerikli olursanız olun, ne kadar cevval olursanız olun çalışmalarınızın sınırlı olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla deprem gibi doğal(!) afetlerle mücadele öncesi ve sonrasıyla bir bütün. Tıpkı depremle mücadelenin mimariyle, eğitimle, ekonomiyle, hukukla, şehircilikle kısaca hayatımızın tüm organizasyonuyla ve onun niteliğiyle bir bütün olması gibi. O halde rasyonellik, planlama, organizasyon, denetime açıklık, hesap verebilirlik (mali sorumluluğu da kapsayıcı şekilde) vs. gibi günümüz kamu yönetiminin temel ilkelerini göz ardı ederek varacağımız her durumda bu tarz sessiz antlaşmanın iflas ettiği ve kıyılarımızı vurduğu maliyetli anlarla karşı karşıya kalacağız.
Kentleşmenin arttığı, nüfusun yoğunlaştığı yerlerde bilançonun da kaçınılmaz şekilde artacağı dikkate alınırsa Ulrich Beck’in ifadesiyle “sistemik sorunlara biyografik çözümler” üretemeyiz. Kamu yönetimimizin bu şekilde işlediği bir yerde müteahhitlerin, vatandaşların gereken adımları kendiliğinden atmasını beklemek genel ekosistemi gözden kaçırmak, onun işleyişine karatma uygulamaktır. Bireysel olgunluğun ve ahlaki gelişmişliğin önemi şüphesiz izahtan varestedir. Ancak kamusal ve kurumsal ahlakın yerleşmediği yerde özellikle günümüz toplumlarında bireysel/biyografik varoluşların zehirleneceğini görememek akla ziyandır. Hz. Peygamber “iki günü eşit olan ziyandadır” buyuruyor. Biz ise bir tarihsel pratiğe, lakayt bir varoluş biçimine esir düşmüşüz gibi, yaşadıklarımızdan ders çıkarma gereği duymadan ve darbe aldığımız yerden rutin bir şekilde aynı darbeleri almaya ve bütün bunlar karşısında aynı tepkileri vererek yol almaya devam ediyoruz maalesef.
Sitemin yapısal dönüşümünü sağlamak durumundayız. Devleti bir imtiyaz sağlayıcı mekanizma olmaktan çıkarmalıyız. Devlet herkesin olursa, herkes için olursa kamusal-kurumsal bir ahlak geliştirmek mümkün olacaktır. Eleştiriye, sorgulamaya, denetlemeye alan açmalıyız, buna yönelik özellikle sivil irade oluşturmalıyız. Eleştiri, sorgulama, denetim olmazsa yozlaşma kaçınılmazdır. Bir kez daha görüyoruz ki problemimiz ne bilgi eksikliği ne araç, gereç, donanım eksikliği. Herkesin çıkarına uygun işliyor şeklinde değerlendirdiği yürürlükteki bir imtiyaz sözleşmesi var. Benim sessiz antlaşma dediğim bu sözleşme sorun edilmedikçe yeni depremler, yeni felaketlerle karşılaşmamız kaçınılmazdır. Hatta denilebilir ki yeni depremlerin, yeni felaketlerin olmasına hiç gerek bile yok. Zaten bu tarz bir varoluşun kendisi en büyük deprem, en büyük felaket.
Bütün bunları şu an can havliyle yürütülen, toplumun tüm kesimlerinin devletin kurumlarıyla birlikte seferber olduğu çalışmaları küçümsemek için söylemiyorum. Bunların hepsi çok önemli, çok kıymetli bugün. Ancak açık ki bunların hepsi yukarıda da belirtildiği üzere ikincil alandaki tedbirler ve yapıları itibariyle sınırlılar. Deprem eylem planlarımız, konuşmalarımız, çalışmalarımız vardı sözüm ona. Bugünden itibaren tekrar bu işlerimiz olacak tıpkı dün olduğu gibi. Psiko-sosyal çalışmalar yürüteceğiz, bakanlıklarımız resmi yazılar gönderecek merkezden taşraya, sivil savunma planları hazırlanacak, tatbikatlar yapılacak vs. Nihayetinde yaptıklarımızın bir noktada göstermelik alanla ilgili olduğunu hepimiz biliyoruz ve tıpkı Lacan’ın altını çizdiği üzere ister farkında olalım ister olmayalım hepimiz “büyük öteki” tarafından terbiye ediliyoruz. Yürürlükteki sessiz antlaşma, imtiyaz sözleşmesi, kurumsal-kamusal ahlaktan yoksun bırakan işleyiş bir kara delik gibi göstermelik alandaki işlerin altını oyuyor daha doğrusu her şeyi yutan bir kara delik olduğunun anlaşılmaması için göstermelik alanı kulisi gölgeleyen bir sahne olarak kullanıyor.
Böyle bir hayat yaşamayı tercih ediyoruz. Deprem gibi felaketin sahneyi dağıttığı yerde kulisi de içeren geniş bir yüzleşme imkânını kullanacak mıyız yoksa biyografik kandırmacalar içinde bu imkânı heba mı edeceğiz? “Kral çıplak!” denilen bu noktada enerjimizi, bakışımızı gösteren (deprem, etkileri, baş etme çalışmalarımız …) üzerinde mi tüketeceğiz yoksa gösterileni (depremin sonuçlarını çarpan etkisiyle büyüten hayatımız, hayatımızın işleyişi, yerleşik ilişki, anlayış vs…) de dikkate alan dolayısıyla içinde gömülü olduğumuz konfor alanıyla da hesaplaşacak bir varoluş atılımı gerçekleştirebilecek miyiz? Yer sistemi yaptıklarımıza tepki veriyor, yer sisteminin kendi işleyişi var. Biz verilen tepkiyi anlıyor muyuz, işleyişe dikkat kesiliyor muyuz? Yakından bakıldığında gerçekten de deprem felaketinin üzerindeki etiket görmemek mümkün değil: Made in Turkey!