Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “Türkiye’de eğitim hakkı, eğitime erişim gibi haklardan haklı bir şekilde bahsediliyor. Ancak bahsedilen bu haklar alana ilişkin genel geçer vurgular” diyor.
Fransız ihtilalinin simge isimlerinden olan Danton’un halkın mutlak surette eğitilmesi gerekliliğini vurgularken ki mantık örgüsü açık-örtük şekilde bugün de eğitsel gerçekliğimizi belirleyen temel parametre hükmünde: “Ben de bir babayım, fakat oğlum bana ait değildir. O, Cumhuriyetindir. Ona kendisine iyi hizmet edebilmesi için ödevlerini zorla benimsetmek Cumhuriyet’e düşer.” Bu kabulün izdüşümlerinin net bir şekilde açığı çıktığı gelişmelerden birisi eğitim-öğretim gerçekliğimize ilişkin geçenlerde açıklanan yüksek mahkeme kararıydı.
Eskişehir’de 2009’da ilkokul 4. sınıf öğrencisi olan kızının zorunlu din kültürü ve ahlâk bilgisi dersinden muaf tutulmasını isteyen bir veli, okul müdürlüğüne başvurdu. Okul müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan (MEB) alınan görüş doğrultusunda talebi reddetti. Gerekçesini de “Azınlık okulları dışında kalan ilk ve orta öğretim okullarımızda öğrenim gören T.C. uyruklu Hıristiyanlık ve Musevilik dinlerine mensup öğrencilerin, bu dinlerden birine mensup olduklarını belgelendirmeleri kaydıyla, din kültürü ve ahlâk bilgisi dersine girmeleri zorunlu değildir” şeklinde açıkladı. Bu cevap üzerine veli, MEB ve Eskişehir Valiliği’ne dava açtı. Ankara 1. İdare Mahkemesi, ‘muaf tutulma talebini’ reddeden kararı iptal etti. Ancak bakanlık ve valiliğin kararı temyiz etmesi üzerine dosya, Danıştay 8. Dairesi yerel mahkemenin kararını ‘mevzuata aykırı’ bularak bozdu. Bunun üzerine aile 2014’te Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurdu. AYM, “Anayasanın 24. maddesinin dördüncü fıkrasında güvence altına alınan ebeveynlerin eğitim ve öğretimin kendi dinî ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama hakkının ihlâl edildiğine” ilişkin kararını geçen gün verdi. Böylece 2009 yılında ilkokul 4. sınıfında okuyan bir öğrenci için açılan mahkeme öğrencinin muhtemelen üniversiteyi bitirdiği bir sürecin ardından bitmiş oldu. Mahkeme safahatının seyri, içeriğinden bağımsız olarak adalet mekanizmamımızın işleyişine ilişkin önemli bir gösterge. İşin bu kısmını paranteze alarak verilen hüküm üzerinden birkaç hususa değinmemiz gerekiyor.
***
Öncelikle AYM’nin verdiği kararın benzerinin daha önce AİHM tarafından da verildiğini belirtelim. 2007 tarihli kararında AİHM, “dersin nesnel, çoğulcu ve eleştirel olmadığını, farklı dinler ya da inanışlara ilişkin yeterli bilgi içermediğini ve bu nedenle zorunlu tutulamayacağını” belirtmişti. Benzer bir kararı “Türkiye, “[D]evlet, eğitim ve öğrenim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasına sağlama haklarına saygı gösterir.” diyen AİHS’nin 1 No’lu Ek Protokolünün 2. Maddesini zorunlu DKAB dersi dolayısıyla ihlal ettiği” gerekçesiyle 2014’te vermişti. Mahkeme kararlarına konu olmasının dışında mevzu Türkiye’de doğrudan din-devlet, devlet-toplum ilişkisiyle bağlantılı. Aynı zamanda bu ilişkinin niteliğini göstermesi açısından da önemli bir gösterge. Konu hassas, konuyu tartışan kesimler yüklü bir hafızanın taşıyıcısı. Modernleşme hikâyemizin özellikle de bu hikâyenin radikalleşen evresi olarak Cumhuriyet döneminde form ve içerik olarak neler yaşadığımızı biliyoruz. Ayrıca daha önemlisi yaşadıklarımızın hasılası olarak elde ettiğimiz şeyin ne olduğunu da biliyoruz. Elde ettiğimizin ödediğimiz maliyete değip değmediğini, yaşadıklarımızın ve yaşama şeklimizin gözetilen amacı gerçekleştirip gerçekleştirmediğini serinkanlı bir şekilde değerlendirmekten uzağız malesef. O yüzden yürürlüğe koyduğumuz uygulamaları tarz, içerik ve çıktıları üzerinden değerlendirmek yerine uygulamanın arkasındaki aktörü/iradeyi sorunsallaştırmakla iktifa ediyoruz. Uygulamanın aynı kaldığı meşruiyetinin ise aktöre/iradeye göre değiştiği devlet-toplum hayatı da yaşandığı üzere ne paradihmanın ne de organizasyonun değişmediği katı bir gerçeklik olarak varlığını muhafaza ediyor. Yeniden gündemimize giren zorunlu din dersi kararı da bu durumun müşahhas örneği.
***
Bilindiği üzere 1920’lerin sonlarından 1948’e kadar ülkemizde din dersi müfredatta bulunmamıştır. Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu çerçevesinde “Türkiye’de sadece Müslüman vatandaşların olmadığı, Müslüman olmayan Türk vatandaşlarının da dinsel gereksinmeleri ve vicdan özgürlüğü olduğu” gerekçesiyle ilkokul programından Kur’an dersleri, ortaokul ve lise programından da din, Arapça ve Farsça dersleri çıkarılmıştır. 1948’den sonra “Din Bilgisi” adı altında okullarda seçmeli din dersi girmiş,1970’li yıllarda ise “Ahlak Bilgisi” dersi müfredata konmuştur. Aynı dönemde ilkokul, ortaokul ve lisede din dersi seçmeli, ahlak dersi ise zorunlu tutulmuştur. Bugün tartışmaya konu olan zorunlu din dersi ise 12 Eylül döneminin ardından kabul edilen 1982 Anayasası ile getirilmiştir. Darbe Anayasa’nın 24. maddesi zorunlu din dersi konusunda şu hükmü vermiştir: “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır.” Dersin Talim Terbiye Kurulu’nun 28.10.1992 tarih ve 47 sayılı kararındaki amaçlılığı da şu şekilde belirlenmiş: “Türk Milli Eğitim doğrultusunda genel amaçlarına, ilkelerine ve Atatürk Laiklik ilkesine uygun Din, İslam Dini Ve Ahlak Bilgisi ile ilgili yeterli temel bilgi kazandırmak; böylece Atatürkçülüğün, milli birlik ve beraberliğin, insan sevgisinin dini ve ahlaki yönden pekiştirilmesini sağlamak, iyi ahlaklı ve faziletli insanlar yetiştirmektir.”
***
Bu kombinasyondan hareketle zorunlu din kültürü ve ahlâk bilgisi dersine ilişkin kararı bütünlüklü ele almak durumunda olduğumuz görülüyor. Çünkü mesele yakıcı gerçekliğimizi önümüze koyuyor. Yukarıda değinildiği üzere meselenin ard alanında çok net bir şekilde din-devlet, devlet-toplum ilişkisi var ve bu gerçekliğe temas etmeyen her konuşma eksik ve yanıltıcıdır. Bu zorunluluk devlet kontrolünde, tasarrufunda alternatif bir değer inşası, alternatif bir makbul toplum üretme arzusunu, iradesini ve uygulamasını gösteriyor. Dolayısıyla toplumun nasıl konumlandırıldığının, nasıl şaibeli kılındığının ve resmi bir hakikat rejiminin müdahale alanına indirgendiğinin görülmesi, konuşulması gerekiyor. Zorunluluk üzerinden köklerini Danton’da gördüğümüz üzere bir velayet aktarımı yapılıyor, çocuk-öğrenci aileden, anne-babadan alınıp devlete teslim edilmiş oluyor. Devlet-toplum, din-devlet ilişkisinin özgürlükçü, çoğulcu bir yapılanmasını bir zaruret olarak tekraren önümüze getiren bu hadise sadece zorunluluk üzerinden mağdur edildiklerini düşünenler için bir kapan oluşturmuyor. Aynı zamanda yürürlükteki uygulamadan rahatsızlık duymayanlar veya böyle bir uygulamada sıkıntı görmeyenler açısından da ciddi problem oluşturuyor. Din eğitiminin-öğretiminin yukarıda Anayasa ve TTK kararında mantık ve kurgusunu gördüğümüz şekilde bir homojenleştirme amaçlılığının, bir sosyal mühendislik faaliyetinin parçası kılınması ön açıcı değil ideolojik bir yönlendiriciliktir. Sahte bir çözüm yanılsaması oluşturarak alana ilişkin hem yasal hem de fiili satükoyu sürdürmektir. Toplumun belirli kesimlerinin hem devlet hem de diğer kesimlerle insicamının ve ilişkisinin bozulması demektir.
***
Türkiye’de eğitim hakkı, eğitime erişim gibi haklardan haklı bir şekilde bahsediliyor. Ancak bahsedilen bu haklar alana ilişkin genel geçer vurgular. Bu fasılda temel mesele öğrenim özgürlüğü olup devlet-toplum, din-devlet ilişkisinin özgürlükçü ve çoğulcu olmasıyla doğrudan ilintilidir. Eğitim hakkı bugün Kuzey Kore dahil yeryüzü ölçeğinde tüm devletlerce kabul edilen bir hak. Ancak bu hakkın kullanımında öğrencinin ne öğreneceği, nasıl öğreneceği vs. gibi hususlar ise daha üst, daha rafine bir tartışmanın parçası. Nitekim son AYM kararı da gerekçesiyle buna vurgu yapıyor. Bir diğer husus ise Türkiye’de çoğu mesele de olduğu gibi bu meselede de kritik olanın hala doğru din, doğru inanç şeklinde teolojik, epistemik bir hükmün siyasi bir kararla oluşturulmaya çalışıldığı fark edilmiyor. Devletin bir tür teolojik-epistemik otorite mercii olarak konumlanması anlamına gelen bu tarzın toplumu Prokrustes’in Yatağı’na çevirmesi, devletin resmi bir hakikat rejimi üzerinden iş görmeye götürmesi kaçınılmazdır. Toplumu kapatılmaya mahkum edecek bu yaklaşım tarihsel olarak gördüğümüz üzere sadece arzu ettiğini gerçekleştirememekle kalmıyor aynı zamanda operasyon alanına çevirdiklerinin de duygu-düşünce dünyalarını karartıp atıl hale getiriyor. Ivan Illich, Amerika’nın ülkedeki çocuklara verdiği zorunlu eğitimin Vietnamlılara verdiği zorunlu demokrasi kadar başarılı olduğunu belirtmişti. Zorunluluk faslı da bağlantılı diğer önemli bir başlık.