‘İtibar ve İktidar’ kitabının yazarı Muhsin Altun, kutuplaşma üzerinden sürdürülen bir seçim rekabetinin bütün oyların boşa gitmesiyle sonuçlanabileceği uyarısında bulunuyor.
SEÇİMLİ OTOKRASİ
Otoriter liderlerin kaybetme riskini göze alarak yasal rakipleriyle seçimlere girme eğilimi yeni değildir. Siyaset bilimci Michael Miller, “seçimli otoriter” (electoral authoritarian) rejimlerin, Soğuk Savaş sonrası otokrasilerin üçte ikisini oluşturduğunu saptamıştır. Ticari bağlantılar, askeri ittifaklar, uluslararası kuruluşlar ve dış yardımlar üzerinden modern demokrasilere bağımlı bir ekonomik yapı, otoriterliğin seçime dayalı formlarını desteklemektedir. Keza, düşük ortalama gelir ve yüksek eşitsizlik gibi seçmenlerin kontrolünü kolaylaştıran sosyoekonomik faktörler de seçimli otokrasiye geçişi kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla, otoriter liderler için seçim, bir “demokrasi şenliği” olmanın ötesinde anlamlar ifade eder.
Yasama organının çok parti rekabetiyle belirlendiği bu rejimlerin başat özelliklerden biri, görece yüksek büyüme oranlarını kalıcı yoksullukla birleştiren bir siyasal ekonomidir. Ekonomist James Robinson’un saptadığı gibi, lider ve çevresinin çıkarlarına hizmet eden rejimler bile yaratılan zenginlikten yeterince yararlanabildikleri koşullarda kalkınmayı teşvik etme eğilimindedir.
Bununla birlikte, ekonomik kalkınmayı teşvik eden politikalar bir taraftan refah yaratsa da diğer taraftan siyasi gücün dağılımını mevcut iktidar aleyhine değiştirebilir. Refahtan yararlananların işbaşındaki lidere karşı güvenilir taahhütlerde bulunmadığı durumlarda, gücü kontrol edenlerin kalkınmayı teşvik etmek yerine onu baltalaması stratejik bakımdan daha makul bir seçenek olabilmektedir. Ekonomik kalkınmayı teşvik eden politikalar ve yerleşik bürokratik işleyiş, siyasi statükonun idamesiyle uyumlu değilse yönetici elit “yağmacı” (predatory) uygulamalara girişebilir. Literatürde yağmacılık, basitçe kendi refahını maksimize etme amacındaki liderin ve/veya siyasal elitin kaynaklar üzerinde kontrol kurma çabasını ifade eder.
Aksi senaryoda, daha yüksek gelirler ve görece adil bir dağılım, himayeci-kayırmacı (clientele) ilişkilerin kapsama alanını ve maliyet etkinliğini azaltma eğiliminde olur. Siyaset bilimciler Keith Weghorst ve Staffan Lindberg’in Gana’da yürüttüğü saha çalışması, hem kişisel servetin hem de yerel kalkınmanın seçmenlerin oylarını satma isteğini azalttığını göstermiştir. Seçmenler politikacıları kolektif ve gelişim odaklı hizmet sağlayıcıları olarak algıladığında, onları kazanmak için bir araç olarak himaye-kayırmacılığın çekiciliği azalacaktır.
Arjantin’de de benzer eğilimleri teşhis eden bir diğer siyaset bilimci Susan Stokes, himaye-kayırma mekanizmalarının, geleneksel sosyal ağların izleme ve kontrolü kolaylaştırdığı kırsaldaki yoksul seçmenlere odaklandığını saptamıştır. Gelir artışının seçmen davranışını etkileme keyfiyetini araştıran ekonomist Tobias Pfutze de yurtdışında çalışan Meksikalı işçilerin ailelerine gönderdikleri döviz miktarındaki artışın, ülkenin eski baskın partisi PRI’nin (Kurumsal Devrimci Parti) güçlü olduğu yerlerde himayeci-kayırmacı ilişkileri belirgin biçimde zayıflattığını gösterdi. Gelirdeki anlamlı bir artış, seçmenin devlet patronajına bağımlılığını azaltırken muhalefetin rekabet gücünü artırmaktaydı.
STRATEJİK YOKSULLUK
AKP’nin son yirmi yıldaki ekonomik performansı, Türkiye’nin yabancı yayınlarda genellikle “seçimli otokrasi” ya da “rekabetçi otoriter” olarak işaretlenmesinin altındaki mantığı açıklamaktadır: Çok sayıda kanıt, bu kategorideki rejimlerin seçim ittifaklarını tipik olarak daha ucuza işbirliği yapan yoksul kitleler etrafında inşa ettiğini ortaya koyuyor. Miller’ın basitçe ifade ettiği gibi, demokratik kalıbı tersine çeviren yoksul seçmenler, otokratik seçimlerde oy kullanma olasılığı en yüksek olanlardır ve genellikle iktidar partisini destekleme eğilimindedir.
Dolayısıyla İslamcı ideoloji için bir seçmen tabanı ve insan gücü arayışındaki AKP ve Erdoğan’ın, özellikle acil özel tüketim için oyunu satmaya daha istekli görünen yoksul kitlelerle temasa geçmesi anlamlıdır. Erdoğan ve ekibinin Türkiye ekonomisini yönetmekten öğrendiği en önemli “ders” herhalde şu olmalıdır: Hem kişisel zenginlik hem de yerel kalkınma, bireylerin oylarını satma isteğini zayıflatmakta; daha yüksek gelir düzeyleri himaye-kayırma temelli ilişkilerin tesis ve maliyet etkinliğini azaltmaktadır.
Burada ayrıntısına girmeyeceğimiz sınırlı sayıdaki istatistiksel veriden, nüfusun en az dörtte birinin, sosyal yardımları gelir artışına önceleyen bir siyasal ekonomi üzerinden sarayın lütuf ve ihsanına bağımlı hale getirildiğini söyleyebiliriz. Yoksullukla mücadele etmek değil, büyümenin getirileri dağıtım piramidinin en üstünde toplanırken kitlelerin büyük çoğunluğu için açlık sınırında yaşamayı normal hale getirmek…
Güven vermeyen TÜİK verileri bile 2022 itibarıyla nüfusun %14’ünün “sürekli yoksulluk” koşullarında yaşadığını; taksit ödemeleri veya borçları olanların oranının %59,4 olduğunu söylemektedir. Hal böyle iken bu politika, -kuşkusuz tek neden olmasa da- şimdiye kadar AKP’ye özellikle düşük gelirli sosyal sınıflardan keskin seçmenler sağladı. Sonuçları, AKP politikalarının kalıcı yoksulluğu “stratejik bir hedef” olarak belirlediği şeklinde yorumlamak mümkündür.
İktidarın seçmenlere dokunuş tarzı ve izlediği ekonomi politikası arasındaki ilişki, son on yılda yolsuzluk algımızdaki istikrarlı artışı da açıklayabilir. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün Yolsuzluk Algı Endeksi’ne dair raporlarından, Türkiye’nin dünya sıralamasındaki yerini yıllar itibarıyla izlemek mümkündür:
Tablo, ülkenin durumunun sürekli olarak kötüden en kötüye doğru ilerlediğine ve ciddi bir yolsuzluk sorununun varlığına işaret ediyor. Gruptaki ülkeler yıldan yıla değişse de Türkiye istikrarlı bir düşüş trendini muhafaza etmektedir.
STRATEJİK BÖLÜNMÜŞLÜK
Buna karşın, ne bu trendin ne de kapsamı gittikçe genişleyen kalıcı yoksulluğun oy verme davranışları üzerinde anlamlı bir etkisi oldu. Bunun nedenleri bir dizi etnografik ve deneysel çalışmayı gerektirmekle birlikte, ilk elde şunlar söylenebilir:
Tanınmış sosyolog Charles Tilly, toplumsal hareketlerin “solo performanslar şeklinde değil, taraflar arasındaki etkileşimler şeklinde” gerçekleştiğini belirtir. Örneğin bir kampanya her zaman en az üç tarafı birbirine bağlar: Kendi kendini belirlemiş bir talep sahipleri grubu, hak taleplerinin bazı nesneleri ve halkın bir kısmı. Talepler hükümet yetkililerini hedef alabilirse de çoğu kez bu “yetkililer” mülk sahiplerini, din adamlarını ve eylemleri (ya da eylemsizlikleri) çok sayıda insanın refahını önemli ölçüde etkileyen diğer aktörleri de içerebilir. “Toplumsal hareket”, talep sahiplerinin, nesnelerin ya da halkın tekil eylemlerinden değil, bu üçü arasındaki etkileşimlerden doğar.
Erdoğan ve ekibi 2002 sonunda iktidara geldiğinde görece az eğitimlilerin çoğunlukta olduğu, siyasal ve kültürel olarak “bölünmüş” bir toplum buldu. Bu bölünmüşlük, onların ülke üzerindeki yağmacı hedeflerini sürdürmenin anahtarı olacaktı. Dahası, AKP seçkinleri toplumsal kutuplaşmanın getirisini kendi lehlerine değerlendirebileceklerini de doğru bir şekilde tespit ettiler. Erdoğan, Ergenekon, Balyoz, KCK ve nihayet FETÖ/PDY gibi kitlesel tutuklamaları içeren yüksek profilli davalarda pozisyon alarak bu kutuplaşmayı daha da derinleştirdi. Özetle, ne artan gelir eşitsizliğinin ne de apaçık sınıfsal çelişkilerin tartışılabildiği sınırlanmış bir siyasal ekoloji yarattı. Ezan, bayrak, beka vs. temalı retorik söylem, zaten cılız seslerden ibaret olan hak temelli talepleri bastırdı.
Bugün Erdoğan ve AKP, son derece parçalanmış ve derinden kutuplaşmış bir toplumu yönetiyor. Siyasal düzlemdeki sağ ve sol geleneklerin ötesine geçen bu kutuplaşma, birbirleriyle etkileşimi zayıf farklı İslamcı ve milliyetçi grupları, Kemalist-laikleri, solcu-sosyalistleri, liberalleri, Kürtleri, Alevileri, LGBT bireyleri ve diğer dışlanmış grupları etkiliyor. Böylesi bir bölünmüşlük, Tilly’nin tanımlamasına uyan toplumsal hareketlerin gelişmesine izin vermediği gibi, nihayet siyasal alanda mutabakat ya da uzlaşma için de çok az “alan” bıraktı. Geride, kala kala altı kişinin toplanabileceği bir “masa” kaldı.
Kutuplaşmanın derecesi, küresel araştırmaların bulgularından da izlenebilir. Örneğin Türkiye’den 2.415 kişinin katıldığı Dünya Değerler Araştırması’na (2017-2022) göre, Türk katılımcıların sadece %14’ü çoğu insana güvenilebileceğini; %84,1’i ise insanlarla ilişkilerde çok dikkatli olmak gerektiğini düşünmektedir. Bu oranlar, bireylerin birbirlerinden duyduğu “korkunun” büyük olduğunu ve her birinin gücü kontrol etmeye çalışırken ötekini dışlamaya hazır olduğunu ima etmektedir. Kimsenin ortak yarar için bir şey yapmak istemediği bir “toplum” düşünebilir miyiz?
Öte yandan, kutuplaşma genellikle kolektif şiddeti teşvik eder, çünkü “biz-onlar” sınırını daha belirgin hale getirir; tarafsız/bağlantısız olmanın erdemini yok eder; sınır hattı boyunca çatışmayı yoğunlaştırır; kazanç ya da kayıp riskini artırır ve işbaşındaki liderin hasımlarına karşı harekete geçme fırsatlarını çoğaltır. Gezi Olayları ve daha görünür biçimde 15 Temmuz’un ardından gelen OHAL süreci bunu doğrular.
Bu şartlar altında, Erdoğan’ın Kürtler, Aleviler, Kemalistler, Sosyalistler, Gülenciler, LGBT bireyler gibi olağan şüphelilere karşı yürüttüğü kampanyanın milliyetçi-muhafazakâr seçmenlerden geniş destek bulmuş olması şaşırtıcı değildir. Burada adlarını sayamayacağımız popüler siyaset, medya, akademi ve sanat figürlerinin, Erdoğan’ın politikalarını ve/veya “şahsını” onaylar görünmesi de muhalefetin bir dereceye kadar gevşek kalmasında etkili oldu. Erdoğan’ın “terörle mücadele” adı altında Suriye ve Irak’ta giriştiği askeri operasyonlar, HDP/YSP ile temsil edilen Kürtler dışında nerdeyse her kesimden açık ya da örtülü destek gördü.
SONUÇ
Bugün Erdoğan, hem cumhurbaşkanlığı hem de milletvekili seçiminde kemikleşmiş seçmen kitlesinden ziyade yirmi yıldır kısık ateşte demlediği toplumsal kutuplaşmaya bel bağlamış görünmektedir. İlk turda şahsına yazılan tartışmalı oylar, beklediğinden daha zayıf bir zafer olasılığını işaret etse de Cumhur İttifakı altında toplanan en büyük parçanın Erdoğan’ı hala “Doğru Adam” olarak gördüğünü teyit etmektedir. İlginç olan, ilk turu hafif hasarla geçen Millet İttifakı’nın da son anda aynı bölünmüşlükten medet uman bir pozisyonu benimsemiş görünmesidir. Böyle bir seçim rekabeti, nihayet bütün oyların boşa gideceği bir siyasi sürecin habercisi olabilir.