Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay “Kemal Ahmet, Bâb-ı Âli’den mukaddes bir ıstırap şarkısı gibi geçmişti” diyor.
Sahhaflar Çarşısı’ndaki Elif Kitabevi’nin hemen önünde üst üste yığılmış ve beheri bir gazete parasına satılan kitaplar dikkatimi çektiğinde ‘76 yılının sonbaharıydı. Belimin boyu yüksekliğindeki yığına şöyle bir baktığımdaysa, hepsinin Kemal Ahmet’in “Sokakta Harp Var!” isimli nefis romanının ‘32 baskısı olduğunu görmüştüm. Nefesimin nasıl kesildiğini dün gibi anımsıyorum, yığın içinden hemen aceleyle en az su yemiş birini çekip almış ve Tarık Zafer Tunaya’nın dersine öyle girmiştim.
O gün Tarık Zafer Tunaya’nın anlattıkları bir kulağımdan girip diğerinden çıkmıştı, öğlene kadar kafamda sadece “Sokakta Harp Var!”ın Habora Yayınları baskısının sayfalarını çevirip durdum. Romanın ‘70 yılındaki baskısını iki üç yıl kadar önce Suâdiye’de okumuştum. Bu yüzden akşam üstü yeni taşındığımız Feneryolu’ndaki Özbek Apartmanı’na döndüğümde ilk işim ‘32 ve ‘70 baskılarını karşılaştırmak olmuştu. Maalesef Habora Yayınları muharririmizin kelimelerini değiştirmiş, romanın pek çok yerinde kısaltmalar yapmış ve bazı kısımlarıysa olduğu gibi atmıştı. Canımın ne kadar sıkıldığını anlatamam, ama Habora baskısı yine de Hüseyin Avni Şanda’nın hayli uzun takdim yazısı nedeniyle önemliydi. Ayrıca, Kemal Ahmet’i sadece Nâzım Hikmet’in şiirindeki tahayyül bir isim sanan pek çok kişi Hüseyin Avni Şanda’nın takdimi sayesinde onun “sahiden yaşamış bir muharrir” olduğunu öğrenmişti. Bununla birlikte, ‘70 baskısındaki takdim üzerine, Hüseyin Avni Şanda merhumun yakın arkadaşı olduğundan, bir araştırma yapmadım, ‘80 sonrasında Bâyezîd Kütüphânesi’nde eski gazeteleri karıştırana kadar da, üstadın her dediğini doğru bildim.
Yağmurlu ve demir pası rengindeki bir günde, Cumhuriyet gazetesinin 11 Aralık 1933 günlü nüshasında Kemal Ahmet’in vefât haberiyle karşılaşınca, eşekten düşmüş karpuza döndüm desem, yalan olmaz. Çünkü, Hüseyin Avni Şanda, arkadaşı Kemal Ahmet’in ‘34 yılında hayatını kaybettiğini yazmıştı. Oysa, gazetedeki habere göre, Kemal Ahmet 10 Aralık 1933 sabahında bir aydan beri tedavi gördüğü Cerrahpaşa Hastahânesi’nde son nefesini vermişti.
Ayrıca, Hüseyin Avni Şanda muharririmizin Topkapı dışında toprağa verildiğini belirtmişti. Gazetedeyse, Kemal Ahmet’in cenaze namazının Koca Mustafa Paşa Camii’nde kılındıktan sonra Topkapı Mezarlığı’ndaki kabrine defnedileceği yazıyordu. Bana bir merâk basmıştı ki, sormayın, hemen Bâyezîd Kütüphânesi’nden çıkıp Topkapı Mezarlığı’na gittiğimi anımsıyorum. Ancak, eski Topkapı Mezarlığı’nın büyük kısmı çevre düzenlemeleri ve yol çalışmaları yüzünden ortadan kaldırıldığından, bir sonuç alamayıp yıkılmıştım.
Vakit gazetesinin 11 Aralık 1933 günlü nüshasında Kemal Ahmet için “fakir ve kimsesiz” ifâdesini kullanılması dikkat çekicidir. Cenazesinde aileden birinin bulunmayışı da sanırım gazetedeki haberi doğruluyordu. Buna nazaran pederi Ahmet Rıdvan Efendi’yi de bir süre önce kaybetmiş olmalıdır; annesiniyse, ne kadar sıhhatlidir bilemiyorum, çok küçük yaşlarda kaybettiği söylenmiştir. Aynı şekilde onun 1904 yılında doğduğunun kayıtlara geçirilmesinde şâyet bir sallama yoksa, Kemal Ahmet’i yirmi dokuz yaşında verem illetinden toprağa verdiğimiz Bâb-ı Âli’nin acı bir hakikatıdır. Ticaret Mekteb-i Âlisi’nden mezun olmasına karşın kolayca iş bulamadığını biliyoruz. Fakir, kimsesiz ve rakıyı pek seven muharriri matbûatta kollayıp koruyanlar ise hep eski komünistlerdir. Örneğin, o meşâhir-i üdebâdan biri Ticaret Mekteb-i Âlisi’nden hocası Vehbi Sarıdal, diğeri de Ticaret ve Zahire Borsası Kâtib-i Umumisi Nizâmettin Âli Bey’di. Bu adamlar Şefik Hüsnü’nün Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın Berlin’deki kurucu isimleridir. Vehbi Bey’i İnebolu’dan da anımsayacaksınızdır, yanılmıyorsunuz, mütedeyyin Nâzım Hikmet’i ve milliyetçi Vâ-Nû’yu orada sosyalist yapan Spartakistlerden biri Vehbi Sarıdal’dır. Nâzım Hikmet şiirinde boşuna Kemal Ahmet’in kafasının yüzde yüz kendi kafasına uygun olup olmadığını sormuştur, bizim Kara Kemalimizin Nâzım’dan daha eski ve daha sıkı bir solcu olduğuna eminim.
Haklısınız, üstüne basa basa Kara Kemal dedim, Milliyet gazetesinin 11 Aralık 1933 günlü nüshasında da öyle yazıyor. Teninin rengi nedeniyle arkadaşları ona meğerse hep Kara Kemal derlermiş. İsim benzerliğinden kaynaklanan belâya bakın, İstiklâl Mahkemesi firârdaki meşhur İttihatçı Kara Kemal’i köşe bucak ararken, Bâb-ı Âli’nin meteliksiz Kara Kemal’inin de bir lokantaya gireceği tutmuş. En dipteki masada oturan adam, kapıda dikilen Kemal Ahmet’i görünce, “Vay Kara Kemal, gel hele buraya!” diye bağırmaz mı, bütün gözler hemen muharririmize çevrilivermiş. Kemal Ahmet, cebi boş ama kafası dolu bir adamdır, rahatsızlığı derhal çakıp, müşterilere yüksek sesle “Ben o Kara Kemal değilim!” açıklamasını yapmış ve arkadaşının masasına öyle oturmuş.
Onun gazeteciliğe başlaması Taninci Muhittin’in yanındadır. Ama Halk gazetesi satmaz, 113’üncü sayıda kapanır. Kemal Ahmet işlemiş günlerin parasını almak için muhasebeye uğrarsa da, çektiği avanslar düşülünce eline sadece yedi yüz otuz kuruş sayarlar. ‘26 yılında işçilerin günlük ortalama ücreti yüz dokuz kuruş olduğundan, Kemal Ahmet’in yedi yüz otuz kuruş ile kaç gün karnını doyurabileceğini artık siz hesaplayın.
Halk gazetesinin kapanmasının ardından Kemal Ahmet’in epeyce süre işsiz ve aç kaldığı kesindir, Vehbi Sarıdal ise ne yapıp edip eski öğrencisini Cumhuriyet gazetesine yerleştirmeyi başarır. Ancak, Cumhuriyet’in ağa babaları, üç kuruşa iktisat haberlerinin peşinde koşturdukları nefesi rakı kokan bir deri bir kemik muhabire tiksinerek bakar, bu yüzden Kemal Ahmet de mebûs gazetesi Cumhuriyet’e bir türlü ısınamaz. Onun aklı fikri Aydınlık mecmûasının ve Orak Çekiç gazetesinin ‘25 tevkifatından kurtulan muharrirlerinin toplandığı Halk gazetesinde kalmıştır. Muharririmizin sermaye sınıfına fazlasıyla dokunan haberleri Cumhuriyet’te infial yaratınca, azar üstüne azar işitir. Kemal Ahmet münevver tabakanın ne kadar kaypak olduğunu bu suretle Cumhuriyet’te öğrenmiştir. Oradan kendisini kurtarmaları için tanıdığı kim varsa hepsine yalvarır. Sonunda bir arkadaşı onu Ârif Oruç’un Yarın’ına yerleştirir.
Ârif Oruç’un solcu olup olmadığı elbette tartışılabilir, ama onun hayli serüvenci, inatçı ve müdanasız biri olduğu muhakkaktır. Kemal Ahmet, yeni gazetesinde Cumhuriyet’in o ağır ve kirli havasını teneffüs etmediğinden, Yarın’ı başta sevmiştir. Maalesef Yarın’daki ömrü de pek uzun olmayacaktır. Oradan Nizamettin Nazif’in vasıtasıyla Haber’e geçer. Aydın Aydemir’in “Nâzım, Nâzım” isimli eserinden okuduğuma nazaran, Naci Sadullah, bu gazetenin patronunu Hasan Rasim Us’un Kemal Ahmet’i işe almasının bir tezgâh olduğunu düşünüyormuş. Bana pek inandırıcı gelmemesine karşın, merâk edenlere Aydın Aydemir’den okumalarını öneriyorum.
Kemal Ahmet’in hastalığının Haber’e girmesinden önce ağırlaştığı muhakkaktır. Herkes onun çok zayıfladığının farkındaydı, tek giysisi olan lacivert takımı üstünden dökülüyor, “Gazanfer” ismini verdiği eski paltosuysa artık muharriri ısıtmıyordu. Yüzü gözü hastalık sarısıydı, idarehânenin sobasında yanan linyit kömürünün kükürtlü dumanının Kemal Ahmet’i sadece öksürtmediğinin, zavallıya bütün gün kan kusturduğunun tanıkları çoktur. Meserret Kıraathânesi’nden Acem’in Kahvehânesi’nin üstündeki odasına yürüyecek mecâli dahi yoktu. Yüksek ateşten kendinden geçip gazeteye gelemez olunca, muhtemelen Hüseyin Şehsuvar’ın ve Kemal Altınkaya’nın çıtlatmasıyla, Hakkı Tarık Us onu ‘33 yılının sonbaharında Cerrahpaşa’ya yatırtmıştır.
Kemal Ahmet’in Bâb-ı Âli’de az sayıda, ama sağlam dostları vardı. Safiye Ayla’nın ilk aşkı Naci Sadullah, Deli Nizam, Fatma Nudiye, Kenan Hulûsi, Kemal Altınkaya ve Hüseyin Şehsuvar ilk aklıma gelenlerdir. Naci Sadullah sadece Bâb-ı Âli’dekileri değil, Safiye Ayla’yı da solculuğa bulaştıran adamdır. Safiye Ayla, gün gelir Naci Sadullah’tan ayrılır, ama yaşamı boyunca solculuğundan hiç taviz vermez, Bursa Hapishânesi’nde yatan Nâzım Hikmet’e sandıklar dolusu yiyecek gönderir ve ‘60 sonrasındaysa oyunu hep Türkiye İşçi Partisi için kullanır. Deli Nizam bir solcu olmasa bile Bâb-ı Âli’de arkadaşlarını satmayan ender isimlerden biriydi. Yokuşun sokar sineği Vâ-Nû var ya, işte o ambar budalası, Kemal Ahmet’in ardından kaleme aldığı “Kör Ölür Badem Gözlü Olur” yazısında, zavallı muharririn içki sofralarında iki kadeh rakıya dalkavukluk yaptığını ifâde edince, Deli Nizam’ın ve Naci Sadullah’ın nasıl delirdiklerine Hasan Rasim Us tanık olmuştur. Deli Nizam’ın ‘32 öncesindeki karısı Fatma Nudiye Hanım’ı sakın ha hiç hafife almayın, o güzeller güzeli kadının hayatı bir romandır, Kemal Ahmet’in mezarına çelengi de o bırakmıştır. Hüseyin Şehsuvar ise, meteliksiz, hasta ve hâneberdûş arkadaşına, Acem’in Kahvehânesi’nin üstündeki odasını açmıştı.
Vâ-Nû’nunki nasıl bir solculuksa sadece patron takımına dokunmamıştır. Onun Kemal Ahmet’in ardından yazdıklarının bir benzerini de Osman Cemal Kaygılı’nın ardından yazdığını cümle âlem biliyor. Oysa, asker kaçağı ve kedi düşmanı Burhan Cahit’e sesini çıkarmamış, patronunu her fırsatta Kalamış’taki Todori’de ağırlamıştır. Belki de onu ismi zikredilmeye değmez adam olarak gören Deli Nizam haklıydı.
Havuzbaşı Tekkesi’nin son şeyhi ve edebiyatımızın en has rakıcısı olan Nurettin Artam’ın, Vakit gazetesinin 15 Aralık 1933 günlü nüshasında, Kemal Ahmet’in arkasından konuşanları ve konuşulanları ifşâ ettiğini biliyor muydunuz? Nurettin Artam isim vermemiştir ama onların hüviyetleri meçhul değildir. Oysa, Kemal Ahmet, sapına kadar erkekti, fıtratında birilerine çelme takmak bulunmadığından, haksızlıklara karşı kahrından ciğerlerini rakı kadehlerinde bırakıp, Bâb-ı Âli’den mukaddes bir ıstırap şarkısı gibi geçmişti...