Eski İzmir milletvekili İbrahim Turhan, Türkiye’yi yasa boğan afetin ardından “Yöneticilere hesap sormak hakkımız” vurgusuyla ‘Geleceği bilinen yıkıma karşı hangi önlemler alındı?’ sorusunu gündeme getiriyor.
Yaşanan yıkımın kelimenin gerçek anlamıyla yüzyılımızın en korkunç felaketlerinden olduğunu biliyoruz. Bin yılda bir olacak bir afete maruz kaldık ne yazık ki. Çok geniş bir bölgede etkili oldu ve ağır kış koşulları altında gerçekleşti. Bu anlamda “Asrın Felaketi” denebilir mi? Kuşkusuz evet. Görevlilerin ve gönüllülerin, zaman zaman kendilerini tüketircesine ellerinden gelenden fazlasını yapmak için özveriyle çırpındığını görüyoruz. Halkımız hep birlikte muhteşem bir iyilik seferberliğinde. Bir canı kurtarabilmek için tükenircesine çabalayanlar, bir yara sarmak için çırpınanlar geceyi aydınlatıyor. Onulmaz acılara karşın vakarını koruyan afetzedeler, insanlık ve ahlak dersi veriyor. Enkaz başında canlarını beklerken bile insanlığını koruyan, yardımlaşan, dayanışma gösteren, hakka hukuka saygı gösterenleri görmek yüreğimizdeki yangını bir nebze hafifletiyor.
Ama başka bildiklerimiz ve gördüklerimiz de var.
Biz yurttaş olarak üzerimize düşeni yapıyoruz, yapacağız. Ama yöneticilere hesap sormak da hakkımız. Bu sorular “milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok muhtaç olduğumuz şu anda” toplumsal birliktelik ve dayanışma ruhunu örseleyecek sorular değil. Tam tersine, toplumumuz bir daha kutuplaşmasın, ayrışmasın diye sorulması gereken sorular. Böyle felaketler kader olmasın, kader olarak görülmesin ve gösterilmesin diye, ocağımıza tekrar tekrar ateş düşmesin diye sorulan sorular. Sorular o kadar temel ve yaşamsal ki ne depremden etkilenen bölgenin Avrupa’daki bazı ülkelerin toplam yüzölçümünden daha geniş olmasının ne açığa çıkan enerjinin kaç yüz atom bombasına eşit olduğunun önemi var. Cevaplarını muhataplarının da bildiğini sanıyorum. Hem onlara hem bize hatırlatma olsun yine de…
Depremin bu coğrafyanın gerçeği olduğunu kamu yöneticileri olarak içselleştirebildiniz mi? Yoksa bütün hazırlıklarımız “özde değil sözde” miydi, gösterişten ibaret miydi? Son yirmi yılda bugün yaşadığımız hazırlanmak için rant sağlayan inşaat projeleri ve ne işe yaradığını kimsenin anlamadığı “çök-kapan-tutun” tatbikatı dışında somut olarak ne yaptınız?
Şimdi yaşadığımız insanlık trajedisinin hazırlık dönemi yıllarca sürmedi mi?
Bilim insanları, meslek örgütleri hatta AFAD da dâhil resmi kuruluşlar bugünün geleceği uyarısını yapmadı mı? Bu depremlerin neredeyse nokta atışı ile adresi belli değil miydi?
Ulaşım altyapısının zarar görmesi durumunda devreye alınabilecek alternatif acil durum planınız var mıydı?
Neredeyse saplantı haline gelen her şeyi tek elden yönetme ısrarıyla beş yıl önce getirilen sistem değişikliği sırasında, “hızlı ve esnek kararlar almayı mümkün kılması” yeni sistemin en temel vaadi olarak sunulmuştu. Bu felakette, hızlı ve esnek karar alınabildi mi?
“Bürokratik oligarşinin belini başkanlık sistemi kırar” diyerek kurumsal kapasitenin zayıflatılması, krizlerde kurumsal hafızayla hızlı ve etkili tepki verilmesini önlemedi mi? Hiçbir konuda “yukarıya” sormadan karar alınamaz hale gelinmesi, ordu birliklerinin sevk edilip edilmemesi ya da borsanın kapatılıp kapatılmaması gibi her kararda son sözün aynı merciden beklenmesi müdahale etkinliğini nasıl etkiledi? Görevlendirmelerde -en hafif deyimiyle- ehliyet ve liyakat kadar sadakat ve itimat ölçütlerine göre tercihte bulunulmasının ve her makama “ille de bizden” birilerinin getirilmesi ısrarının kurumları koflaştırdığı ve refleks veremez hale düşürdüğü doğru değil mi?
Yaşanan afet çok büyüktü.
Yıkım akıl almaz ölçekteydi.
Bölge geniş, coğrafya zorluydu.
Kış koşulları ağırdı.
Kabul…
Diyelim ki “bu durumda yapılabilecek olanın en iyisi yapıldı” iddianızı da not ettik.
Peki ya sonrası?
Ya sergilenen tavır?
Ya üslup?
Bunların mazereti de var mı?
Daha birinci gün “tuttuğumuz defter” demek nasıl bir ruh halidir?
OHAL’i “fitne grupları” ile ilişkilendirmek midir yaralı halkın beklentisi?
Böyle bir durumda bile “ne yapmalı”dan önce “nasıl görünür” hesabı yapıldığına tanık olmak canından can giden insanları nasıl etkiler?
Bir an anlamak için kendimizi zorlayalım.
Felaketin sıfır noktası. Herkes çaresiz.
Yıkıntılardan feryatlar yükseliyor. Ve bu ortamda, tam o anda gelen yardım aracının önündeki ibareyi değiştirmeyi DÜŞÜNEBİLEN birileri var. Emin olun sağlıklı ruh hali olan insanın aklına böyle bir şey gelmez! O anda ve o ortamda bunu yapan değil düşünebilen birilerinin sorumluluk ve güç sahibi olduğunu görmek sarsıcı.
Depremden bir şekilde kurtulabilenlerin büyük kısmında ilk andaki şokun ardından hâkim olan duygu terk edilmişlik oldu ne yazık ki. Müdahalenin geciktiği ve yetersiz kaldığı algısı çok güçlüydü. Başta, bu algıyla ve duyguyla kavga ettiler. Kavga dediysem cephe taarruzu; trol saldırısından karalamaya, sosyal medya kısıtlamaktan adli soruşturma tehdidiyle yıldırmaya kadar ne ararsanız. Bunun işe yaramadığı, hatta ters tepmekte olduğu görülünce savunma hattı “siyaset yapmayın” oldu.
İyi ama bir arada yaşayan insanların toplu sorunları siyaset yapmadan çözülemez ki! Siyasetin var oluş amacı bu. Ortaklaşa yürütülmesi gerek hizmetler ve ortaklaşa çözülmesi gereken sorunlar için aramızdan birilerini seçerek onlara güç, yetki ve para veriyoruz. Siyaset yapmadan kamu yönetimi, yumurtasız omlet gibi bir şey değil mi? Bu savunma da işe yaramayınca son sınır “üzerimize bu kadar gelmeyin” oldu. Bunu desteklemek için ise -muhtemelen iletişim stratejisi toplantısında alınan karar ile- “Asrın Felaketi” rumuzlu bir kampanya başlatıldı. Felaketin boyutu hiçbir devletin kaldıramayacağı boyuttaydı. Ondan sonra gelsin haritalar, gitsin infografikler. Aslında bu son adım, bir yerde durumun kabullenilmesi olarak görülebilir. Hatta yetkililerin -o kadar da etkili olamadıklarını fark edince- Kübler-Ross’un yas travması ile başa çıkma modelindeki inkâr ve öfke aşmasından pazarlık aşamasına geçtikleri bile öne sürülebilir. Depremin yeryüzüne yakınlığından kırılan fayın uzunluğuna kadar “Asrın Felaketi”ni her boyutuyla bu yüzyılda yaşanan felaketlerle karşılaştırarak ve diğer ülkelerde benzer durumlarda performansın daha kötü olduğunu kanıtlamaya çalışarak yürütülen kampanya halen sürüyor. Çok yazık…
Oysa yöneticilerimiz “Kocakarı ile Ömer” manzumesini iyi bilir.
Mehmet Akif’in diliyle, birçoğu aslında geçerli olan mazeretlerin ardına saklanmayan, “madem yönetimdeyim, yaşananların tek sorumlusu da benim” diyen yönetim anlayışının hikayesidir bu. Unuttularsa hatırlatalım. Zira yöneticilik bahane bulmak değil sorumluluk almaktır.
Dahası var! Böyle bir felaket anında, kurtulanlar bile can pazarında hayatta kalma mücadelesindeyken “ama bu afet bildiğiniz gibi değil” diyerek propaganda yapmaya kalkmak, insanlığın “sıfırlandığı” düzey olarak anılacaktır. Çünkü aslında alttan alta hissedilen, kendisini “hatadan ve noksanlıktan müstağni” görme psikolojisini yansıtan ürkütücü bir kibirdir.
Empatiden yoksun böyle kişiler; “acaba yaşananlarda az da olsa sorumluluğum var mı” diye acı çekemez, pişmanlık duyamaz. Üzerine kusur sıçrar diye gerçeği kabul edemediği için çarpıtma ve inkâr yoluna gider. O da olmazsa mazeretlere sığınarak temize çıkmaya çabalar.
Bu durumda “Asrın Felaketi” işte tam da bu zihniyetin kendisi olur. Ve sonra; umudumuzu ve neşemizi son kırıntılarına kadar emip tüketen o uğursuz kökleri körelmiş, çürüyen gövdesini çepeçevre saran duygusuz kabuğun altındaki korkunç boşlukta artık sadece baykuşların, yarasaların ve örümceklerin barınabildiği yaşlı ve ağır bir meşe gibi utançla devrilir bu zihniyet, tarihin suskun tanıklığının içine...