Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer "İhanetin failleri maşeri vicdanda ve adalet önünde zaten mahkûmdur. Anma çabamız bize ve yarınımıza dönük bir duyarlılıktır ve sorumlusu olduğumuz hak ve adalet mücadelesini yükseltmekle ilintilidir" diyor.
Anmalar, normal koşullarda, anılan şeyin önemine ve ciddiyetine vurgu yapmak için varlar. Ancak anılan şeyin içeriğine kast eden etkinlikler de yok değil. Anılan şeyin araçsallaştırılması, paravanlaştırılması, varlığının ve ima ettiklerinin dışında iş ve işlemler için operasyonel bir aygıta dönüştürülmesi de pekâlâ mümkün. O yüzden “yaşanan şey”, “yaşanan şeyle nasıl baş ettiğimiz” hayati önem arz ediyor.
15 Temmuz’un yıldönümü vesilesi ile değinilmesi ve netleştirilmesi gereken bir kaç husus var. Birincisi, olan neydi? Yani 15 Temmuz 2016 tarihinde ne oldu? Başımıza ne geldi? İkincisi, olan şeyi makul ve mantıklı bir zemine oturtacak olan başımıza gelen şeyin başımıza niye/nasıl geldiği meselesidir? Dikkat edilirse ikinci husustaki mesele başımıza gelen şeyin ölçeğini genişletiyor ve işin içine bizi çekiyor. Biz nasıl bir haldeyiz ki başımıza bu geldi? Üçüncüsü ise başımıza gelen şeyle nasıl baş edeceğiz ki bu başımıza gelen şey bir daha başımıza gelmesin? Ne tür tedbirler almalıyız, ne tür bir dönüşümden geçmeliyiz ve bu tedbirlerin ve dönüşümlerin içeriği kadar yolu, yöntemi nasıl olmalı? Ülke olarak “ne/nasıl idik?”, “ne/nasıl olduk?” ve “ne/nasıl olacağız” şeklinde sınıflandırabileceğimiz bu soru başlıklarına dikkat çekmemiz gerekiyor.
11 Temmuz 1995’teki ‘Srebrenitsa Katliamı’nın yıldönümü vesilesiyle bugünlerde yeniden rahmetle andığımız Aliya’nın ‘savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır’ ve İngiliz tarihçinin “her anma töreni bir unutmadır” uyarılarını gözeterek ülkemiz siyasi tarihinin en sıra dışı ihanetlerinden olan 15 Temmuz kalkışmasını değerlendirmemizde fayda var.
15 TEMMUZ'DA BAŞIMIZA NE GELDİ?
Bugün hala etrafını cami, ağyarını mani şekilde ele alınmayan bu darbe teşebbüsü, öncülleri olan diğer darbelerden farklı olarak uzun yıllara yayılan hazırlık süreci, örgütlenme mantığı ve şekli, kadrolaşması, küresel ilişki ağı, söylemi vs. ile beliren soft bir ‘cemaat’ yapılanmasının medya, hukuk üzerinden başlattığı darbe sürecini 15 Temmuz’da güvenlik güçlerinin kullanımıyla zirve noktasına ulaştırmasıydı. 7 Şubat MİT Krizi, 17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonları gibi ön basamaklarını gördüğümüz darbe girişimi 15 Temmuz’da fiili kalkışmaya dönüştü. Milletin destansı direnişi ile püskürtülen kalkışma ardında 248 şehit, 2 bin 196 yaralı ve sayısız mağdur bıraktığı gibi aynı zamanda yapısal sıkıntılarla malul devlet yapılanmamızı iyice içinden çıkılmaz bir hale sürükledi. Başta emniyet, askeriye ve yargı olmak üzere devletin tüm kurumsal varlığı güven ve meşruiyet krizine girdi.
15 TEMMUZ BAŞIMIZA NİYE GELDİ?
Bu hadise başımıza niye ve nasıl gelebildi? Biz ne haldeydik ki başımıza bu hadise gelebildi? 15 Temmuz analizinin esaslı sorusu budur. Malik Bin Nebi’nin “sömürgeciler geldiklerinde sömürgeleştirilmeye müsait bir halk vardı” tespitini dikkate alarak darbe yapmaya kalkışanların darbe yapmaya müsait bir ortam nasıl bulabildiği veya daha önce 12 Eylül darbesinden bildiğimiz üzere darbeye giden koşulların nasıl oluşturulabildiği gerçeği hayati önemde olup darbeye maruz kalanlar olarak bizim varlığımıza, varlığımızın niteliğine çarpıcı şekilde ayna tutmaktadır. Örneğin devlet-toplum ilişkimiz, bürokratik yapılanmamız, yerleşik güç ilişkileri, sivil siyasetin varlığı ve niteliği. Devlet-toplum ilişkimiz hak ve özgürlükler temelinde mi hayata geçirilmiş yoksa toplumun belirli kesimlerinin bir “hayat tarzı” ortaklığı temelinde devletle dayanıştığı ve bu nitelikleri dolayısıyla kayırıldığı diğer kesimlerin sert ve kaba bir mühendislik söylemiyle biteviye çevreye püskürtüldüğü, ‘makbul vatandaşlar’ ile ‘sakıncalı pre-vatandaşlar’ın sosyal/kültürel/politik bir ayrışmanın tarafları olarak ontolojik bir karşıtlık temelinde yerleştirildiği ve bir anlamda ‘muhayyel cemaat’in vücuda gelmesi için devletin ideolojik ve baskı aygıtlarının seferber edildiği çatışmalı/gerilimli bir ilişki, iklim mi oluşturulmuş? Nasıl bir yapı ve ilişki söz konusu ki devlet, içinde karanlık, örtük dayanışma gruplarının cirit attıkları etkisiz ve işlevsiz bir kalkana dönüşüyor? Karşımızda nasıl bir devlet yapılanması var ki toplumunun önemli bir kesimi ancak içine sızarak, başka türlü görünerek orada kendisine yer bulabiliyor? Böyle bir yapı, böyle bir ilişki ağı sızmaları meşrulaştırmaz mı, sızmaları tahrik etmez mi ve daha da önemlisi sızanların içerde birbiriyle dayanışarak daha da gürbüzleştirdikleri yapılara yol vermez mi?
Dikkatleri çekmek istediğim hususun bir daha altını çizmek istiyorum: Yaşadığımız hadise ezoterik bir anlatı ve dizginsiz bir güç istenci üzerinden kafayı sıyırmış bir şahsın ve örgütünün akıl almaz eylemliliği gibi ele alınamaz. Meselenin sosyal, siyasal boyutu yokmuş gibi cari sistemi ısrarla gözden kaçırıyoruz. Sistemin yapılanması, ilişki ağı ve biçimi tartışılmadan, vesayetçi niteliği vs. dikkate alınmadan tartışma yapılamaz. Kalkışma, FETÖ’nün kötücül karakterinden kaynaklandığı gibi aynı zamanda bir türlü yüzleşemediğimiz mevcut sistemin sonucudur. Bu açıdan mevcut sistem muhafaza edildikçe yaşadığımız darbe girişimi ne ilk ne de son olacaktır. Dolayısıyla bilinmelidir ki hangi görünüm altında olursa olsun varoluşumuzu tehdit eden unsurlar esasında sistem kaynaklı bir sıkıntı olarak kıyılarımıza vuruyor. Bu tartışma düzeyi ne darbeyi anlamamızı sağlar ne de kimi dönemler alevlenen olası tehditleri görmemizi ve engellememizi sağlar. Ne hazindir ki bu çapta bir hadisenin akla getireceği reformlar ve devletin yeniden inşası gibi başlıkları öne çıkarmak yerine köhnemiş bir düzene can suyu taşıma, bugüne kadar hiçbir aktüel soruna tekbir cevap üretemeyen bir düzeneğe methiyeler düzme girişimleri ile karşı karşıyayız. Eğer tüm bunlar şartların zorladığı ittifaklara ödemek zorunda olunan bedel ise bilinmelidir ki ittifak yapılacak yer; adil ve özgür Türkiye idealidir. Bu ideale halel getirecek her ittifak arayışı Büyük Millet Direnişi’nin istismarı ve destansı mücadelenin sulandırılmasıdır. Büyük bedeller pahasına kazanılmış şanlı bir zaferin yağmalanmasıdır.
FETÖ, bir ihanet şebekesi olma yanında aynı zamanda usûle, edebe, erkâna riayet etmeyen, amaç için aracı meşru gören bir iş/ilişki tarzı ve zihniyetidir. Bu husus çok önemli! “Düşmanlarımız öğretmenlerimiz olamaz” diyen Aliya’nın ve Ömer Muhtar’ın şanlı direnişlerine bir kez daha selam olsun. Başımıza gelen şeyin bir daha başımıza gelmemesi için yapılması gereken iki şey var. Birincisi; bu ihanet kalkışmasında rol almış olanlardan ‘düşmanımıza adalet borçluyuz” şiarına uygun hesap sormak. Bu hesabın sorulması olmazsa olmazdır ve Türkiye’nin darbelerle mücadele tarihinin önemli bir göstergesidir. İkincisi ise kısa ve net bir şekilde mevcut sistemi hak ve özgürlükler temelinde dönüştürmek, sivil siyaseti güçlendirmek, genişletmek dolayısıyla katılıma ve çoğulculuğa imkân tanımaktır. Bu amaçlılığı ‘usûl, esasa mukaddemdir’ ilkesi uyarınca titizlikle yürütülecek bir mücadeleyle sürdürmektir. O yüzden cari sistemin sorun üreten yapısı ile hesaplaşmak, toplumun talep ve beklentilerini ilke ve değerler üzerinden görmek, gözetmek ve ‘zamanın ruhu’nu, tarihsel-toplumsal yönelimi dikkate almaktır.
NASIL BAŞ EDELİM Kİ BİR DAHA YAŞANMASIN?
15 Temmuz ihanetinin failleri maşeri vicdanda ve adalet önünde zaten mahkûm ve gayrı meşrudurlar. Anma/hatırlama çabamız özü itibariyle bize ve bugünümüze/yarınımıza dönük bir duyarlılıktır ve sorumlusu olduğumuz hak ve adalet mücadelesini yükseltmek ile ilintilidir. Evet, 15 Temmuz FETÖ’nün milleti hedef alan hain saldırısıdır. Ancak aynı zamanda 15 Temmuz, bu ihanet ve şer şebekesi için mümbit bir zeminin, yapının, ilişki ağının ve iklimin varlığının da işaretidir. Bizim anma ve hatırlamamızda önemli olan 15 Temmuz şanlı direnişi ve hain FETÖ kadar bu zeminin, yapının, ilişki ağının ve iklimin sorun edilmesidir. Aynı zamanda FETÖ ile mücadelenin esas zemini, yapıyı, ilişki ağını, zihniyeti, felsefeyi, sorun çözme tarzını ve iklimi dönüştürme mücadelesi olduğunu bilmek ve ona göre davranmaktır.