Karizma tek başına ne formel karşılığı ne de bürokratik ya da kariyerist perspektifte somut bir duruma tekabül etmez. İlhami Güler, ‘karizma’nın dini ve siyasi figürlerdeki kontrolsüz etki ve sonuçlarına psikanalizin derin dehlizlerinden ışık tutuyor.
Bu kavramı icat eden Max Weber, her ne kadar “Peygamber” tipi ile Peygamberlik taslayan veya o role soyunan dinsel-politik figürlerin arasını ayırmadan –aralarında ortak paydalar olsa da- bu teoriyi geliştirmişken; biz, “peygamberliği” tenzih ederek, ikinci figürlerin politik-teolojik şahsiyetleri ve bunun psiko-analizi üzerinde duracağız. Dünya ve İslam tarihinde başka birçok örnekleri olduğu gibi; İran Devrimi’nin dini lideri “İmam-Ayetullah” Humeyni ve ülkemizde ortaya çıkan, “Mehdilik” karakterine bürünerek Türkiye’yi bir uçurumun eşiğine sürükleyen Fetullah Gülen, bu tipin/figürün iyi birer örneğidir. Önce Weber’in “Karizma” tanımı ile başlayalım.
“Karizma, bürokratik örgütlenme ile köklü bir karşıtlık içinde, hiçbir resmi ya da düzenlenmiş atama ya da el çektirme, hiçbir kariyer, terfi ya da maaş, hiçbir yönetim ya da denetleme kurulu, hiçbir yerel ya da salt teknik yargı ve memurlardan ve onların kişisel karizmalarından bağımsız bürokratik daireler tarzında hiçbir sabit kurumu tanımaz. Karizma, kendi kendini belirler ve kendi sınırlarını koyar. Karizma sahibi, kaderindeki görevi üstlenir ve misyonu gereği başkalarının kendine itaat etmesini ve onu takip etmesini ister. Eğer gönderildiği kişilerin, onu takip etmediklerini düşünürse, iddiası ortadan kalkar. Eğer onu tanırlarsa, kendini “ispat” etmiş olduğu sürece onların efendisidir. Ancak meşruiyetini (hak talebini), takipçilerinin iradesinden çıkarmaz; onun karizmasını tanımak, halkın görevidir… Kural olarak karizma, oldukça bireysel bir niteliktir. Bu, sahibinin misyonunun ve gücünün, harici bir düzen tarafından değil; içerden niteliksel olarak sınırlandığını ima eder.
Normal olarak misyon yerel, etnik, sosyal, siyasal, mesleki ya da bir başka guruba yöneliktir ve limitlerini bu grupların sınırlarında bulduğu anlamına gelir. Bütün diğer açılardan olduğu gibi, karizmatik egemenlik, ekonomik altyapısı açısından bürokrasiye zıttır… Karizma, saf formu içinde hiçbir zaman şahsi bir gelirin kaynağı değildir. Gelir, ne hizmet değişimi için ne de ödeme için kullanılır; misyonun maddi gereklerini karşılamak için düzenli bir vergilendirmeyi bilmez. Bunun yerine barışçı bir amacı varsa, destekçiler vasıtasıyla ya da kendi takipçilerinin fahri armağanları, harçları ve diğer gönüllü katkıları (“Himmet” İG) yolu ile gerekli kaynağı temin eder. Karizmatik savaşçılar örneğinde “yağma” (“Soru çalma” İG) misyonun hem aracı hem de sonucudur. Saf karizma, bütün ataerkil egemenlik formlarının aksine, bütün sistemli (rasyonel) ekonomik etkinliğin zıttıdır. Gerçek karizmatik savaşçı örneğinde olduğu gibi, -maddi şeylerin peşinde olduğu zaman bile-, güçlü anti-ekonomik güçtür… Usta ve öğrencileri, takipçilerin taleplerini gerçekleştirmek için sıradan dünyevi bağlardan, mesleki ve aile hayatına ait yükümlülüklerden bağımsız olmalıdırlar; dünyadan yüz çevirmelidirler.” (Max Weber, Ekonomi ve Toplum. Çev: Latif Boyacı. İst. 2012. S. 476-477)
İDDİALARA MUTLAKA İNANAN ÇIKACAKTIR
Ünlü psikanalist ve filozof Erich Fromm, bu tip dini-politik figürlerin sözde ileri sürdükleri kutsal “Dava” iddiasına rağmen; onların bilinç dışını veya bilinçaltını analiz etmiştir. Şöyle diyor: “Böyle bir kişilik, güttüğü davanın veya aldığı kararların temelinde vatanseverlik duygusu ve yurduna (hatta Fetullah Gülen’de olduğu gibi, Tanrı’ya- insanlığa-dünyaya/”Dünya İmamı” İG) hizmet (italikleme bana ait. İG) sorumluluğu gibi yüce ülkülerin yattığına içtenlikle inanmasına rağmen; gerçekte kendine onur (Kibir-Gurur kavramları daha doğru. İG) sağlamak amacıyla böyle davranıyor olabilir. Bütün bu örneklerde (Fromm, başka örnekler de veriyor), davranışın arkasındaki bilinçdışı eğilim ve arzular, akli ve ahlaki mazeret veya bahaneler o derece iyi örgütlenmiştir ki, kişinin ileri sürdüğü akli nedenleri bilinçdışı arzuları destekler ve hatta alevlendirir. Hayatın günlük akışı içinde böyle bir kişi, arzularının gerçek yüzü ile mantığa bürüdüğü savunma mekanizmalarının hayali görüntüsü arasındaki çelişkiyi, hiçbir zaman kendiliğinden göremez. Arzuları yönünde harekete devam eder. Eğer biri çıkıp da böyle bir kişiye gerçeği, yani kutsal davasının temelinde, onun şiddetle karşı çıktığı gizli birtakım arzuların yattığını söylerse; bu kişi, yanlış anlaşıldığına ve haksız yere kınandığına inanmakta devam eder.” (Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük Sorunları. Çev: B. Güvenç. İst. 1973. S 111-112)
İsviçreli ünlü psikolog C. G. Jung ise, bu tip figürleri –Nietzsche örneğinde- kendini “özbilinç” ile (Zerdüşt-Übermensch/İnsan-ı Kâmil) özdeşleştirmesinin doğurduğu problemler üzerinde durur. “Sokağa çıkıp, Dünya için yeni bir mesajı, zamanının en büyük adamı olduğunu ilan ettiğinde; belli sayıda insan, onun deli (meczup. İG) olduğuna inanabilir; ama bazıları da, gerçekten o adamın o olduğuna inanacaktır. Bir takipçi kitlesine sahip olmak için bağırıp çağırması yeterlidir. (Fetullah’ın vaazları ve ağlamaları hatırlansın. İG). Böyle bir özdeşlikten (özbilinç ile özdeşleşme. İG) muzdarip olanlar, genellikle bağırırlar. Bu da, açıkça onların, kendi malzemelerinin üstünde (bilincinde? İG) olmadıklarını; aslında onun tarafından yakalandıklarını gösterir. Ve yakalanmak isterler; çünkü başkalarını yakalamak isterler. Yakalandıkları için, yakalamak isterler. Tıpkı uyuşturucu bağımlılarının, kendileri yakalanmış oldukları için, hep başka insanların da yakalanmalarını istemeleri gibi… Örneğin, ilkel büyücü hekim, yakalanacağını izleyicilerine kanıtlamalıdır; çünkü onu taşır ve kabileye bulaştırır.” (C:G.Jung. Nietzsche’nin Zerdüşt’ü Üzerine Seminerler. çev: Turgut Berkes. İst. 2019. S 717.) Jung, Üst-insan’ın (Özbenlik), tek bir kişi değil; bazen bir “halk” da olabileceği tehlikesine de dikkat çeker.”…yani bir yerde bir bilinç genişlemesi girişimi olur ama gerçekleşmezse, örneğin insanları tarikatlara çeken bir çeşit zihinsel enfeksiyon ya da bugünlerde (1934-39) Almanya’da olduğunu gördüğümüz türden bir zihinsel hastalık salgınına (Nasyonal Sosyalizm. İG) neden olur. O, gerçekleşmeme düzeyindeki Üst-insandır. Tüm halk, tek bir adam gibi ve tek adam da, bütün ulusun bir amblemi ya da simgesi olarak gösterilir. Bu, bir bireyin, bilinç bütünleşmesi yerine geçer. Çünkü Almanya tek bir birey olmalıdır; ama bütünleşmiş bir bilinçle. Bunun yerine bilinçdışı ile hiçbir bütünleşme yok; ama bütün halk, tek bir kutsal figür ile birleşti.” (Jung, a.g.e. s 705). Dinsel-politik “Karizma”nın taşımış olduğu riskler, özetle böyledir.
AVRUPA’NIN BULDUĞU ÇÖZÜM
İslam/Kur’an, politik hayatı Peygamberin ve müminlerin karşılıklı tartışması (Şura), ehliyet-liyakat ve toplumsal maslahat üzerine, ahlaki ilkelere bağlı olarak kurmuştur. Erken (Hilafet) dönemde bir “oldu-bitti (felteten)” ve kabile karizmasının (Kureyş) tekrar hortlaması ve Emeviler döneminde zorla (el-emru limen ğalebe: İktidar, onu zorla ele geçirenindir. ) seküler bir yönetime; Abbasiler döneminde ise, kabilesel ve dinsel/teokratik (zıllullah) bir karizmaya tekrar geri dönmüştür. Türklerin hegemonyası döneminde (Selçukiler-Osmanlılar ve diğerleri) devlet yönetimi, karizmatik önderlerden ziyade, geçmişten getirdikleri yarı seküler “Töre” (devlet geleneği) ile sürdürülmüştür (saltanat). Bu süreç içinde mistik-karizmatik tarikat önderlerinin başkaldırılarına da maruz kalmışlardır (Safaviler-Şeyh Bedrettin- Babailer…). Fetullah Gülen’in önderliğindeki “Hizmet Hareketi”, bu geleneğin yeni bir örneğidir (FETÖ). Başvurduğu “Takiyye” ise, özünde (Şia’ya atfedildiği gibi) teolojik bir kavram değil; ezik, zayıf, yenik herkesin megalomani psikolojisinden doğan kin, hınç ve intikam almaya yönelik “siyasi” bir tutumdur.
Sonuç olarak, politik hayat, taşımış olduğu ihtiras, güç istenci, hile ve şiddeti azaltmak için Avrupa’da Laiklik-Demokrasi, Şeffaflık, Denetleme ve Hukuk (Anayasa-Toplum sözleşmesi) üzerine kurulmuştur. Aleni din dilinin ve dinsel karizmanın bu alana sokulması, yukarıda bahsetmiş olduğumuz tehlikeleri kaçınılmaz kılmaktadır. Doğru olan, niyet halis (dini-ahlaki) olsa da; dilin, akli-ahlaki, şeffaf-eleştiriye açık ve denetlenebilir-kurumsal olmasıdır. Kişi kültü, hele din ile boyanmışsa, öldürücüdür. Âlim’in yerine, Ârif’in (Şeyh-Veli, Mehdi, Gavs…); soru sorma yerine, zikrin; düşünme yerine, rabıtanın; irade yerine itaatin vurgulandığı bu yapılar, toplumsal hayatımız için son derece tehlikelidir.