Bir insanın akıl ve kalbiyle inanmadığı bir şeyi zoraki dayatmak, yalnız insanın dilini arzu edilen şekilde konuşturmakla hizaya getirmek anlamına gelir. Oysa iman gönülden samimi bir şekilde bilerek inanmanın adıdır. Akıl ve kalbin devre dışı kaldığı, yalnız ağzın, dilin konuştuğu bir ortamda ihlas ve samimiyetten eser kalmaz.
Bu prensibin imanla ve şuurla olan güçlü bağlarını şöyle açıklamak mümkündür:
- Din bir imtihandır. İmtihanda kazananlar da kazanmayanlar da olacaktır. Öyleyse herkesin serbest iradesiyle imtihan sorularına cevap vermesi âdil bir imtihanın olmazsa olmaz şartıdır. Demek dinde zorlama yoktur.
- İman etmek, inanmak, kabul etmek demektir. Bunların mahalli akıl ve kalptır. Akıl ve kalbin kabul etmediği bir şeyi zorla kabul ettirmeye çalışmak, maksadını aşan bir tavırdır. Zira bir şeye inanmak, onun doğruluğunu gösteren bilgiyle olur. Bilgi, aklın ve kalbin gözleri olan basiretleriyle görüp öğrendiği şeydir. Zorlamakta basiret gözünün açılması değil, kapanması söz konusudur. Demek ki dünde zorlama olmaz.
- Bir insanın akıl ve kalbiyle inanmadığı bir şeyi zoraki dayatmak, yalnız insanın dilini arzu edilen şekilde konuşturmakla hizaya getirmek anlamına gelir. Oysa iman gönülden samimi bir şekilde bilerek inanmanın adıdır. Akıl ve kalbin devre dışı kaldığı, yalnız ağzın, dilin konuştuğu bir ortamda ihlas ve samimiyetten eser kalmaz. O halde dinde zorlama da olmaz.
- Kişiyi imanı ikrar etmeye zorlamak, onun iradesini istemediği bir rotaya yönlendirebilir fakat akıl ve kalbini asla hizaya getiremez. Bu ise kişiyi ikiyüzlü yapar. Bunun İslam terminolojideki adı münafıklıktır ki, açık olan/sarih küfürden daha beterdir. Demek ki insanları münafık olmaya zorlayan bir davranış İslam’ın ruhuna aykırıdır. Demek ki dinde zorlama olmaz. Dinde zorlamanın olmadığını ilan eden bu Kur’anî düstur, İslam’da savaş gerekçesinin de küfür değil, zulüm ve benzeri sebepler olduğunu göstermektedir.
Aşağıdaki ayetlerde bu hakikat sarayına çıkan yola işaret edilmiştir: “Dinde Zorlama yoktur” (Bakara: 257)
“Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. (Ama bunu irade etmedi.) Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?”(Yunus: 99)
“Allah’a ve Resûlüne itâât edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korkuya kapılıp gevşersiniz ve kuvvetiniz gider, tadınız kaçar. Bir de sabredin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir” (Enfal, 8/46).
“(Resulüm!) Sen öğüt ver. Zira senin görevin, sadece öğüt vermektir. Çünkü sen, onların üzerinde bir zorba/zorlayıcı değilsin” (Ğaşiye:21-22).
- Hz. Ali anlatıyor: Resulullah’a sordular: “Senden sonra ümmetin fitnelerle imtihan edilecek, bundan çıkış yolu nedir?” Şöyle buyurdu: “(bundan çıkış yolu) Allah’ın şu aziz kitabıdır ki; ne önünden ne arkasından ona bir batıl sızabilir. O Hakîm ve Hamîd olan Allah’ın indirdiği bir kitaptır. Bu kitabın/Kur’an’ın dışında bir çıkış yolu arayan kimseyi Allah dalalete düşürür. Ümmetin işlerini üstlenmiş bir ceberut adam, onda olmayan bir takım yabancı prensiplerle hükmetmeye kalkarsa, Allah onun belini kırar. Bu kitap, bir zikr-i hakîmdir, nur-u mübindir, sırat-ı müstakimdir. Sizden öncekilerin kıssaları da, sizden sonrakilerin haberleri de, sizin kendi aranızda hakem rolünü üstlenen hükümler de onda vardır. O her şeyi çözen, hak ile batılı ayırt eden yegâne kitaptır. Onda gayr-ı ciddilik asla yoktur. O, onu dinleyen cinlerin: “Şüphesiz biz, dosdoğru hedefe yönlendiren/hidayete ulaştıran acip/harika bir Kur’an’ı dinledik” dedikleri kitaptır. O, fazla tekrarlamaktan eskimeyen, ibret verici dersleri bitmeyen, acaip şeyleri/harikaları tükenmeyen bir kitaptır (Darimi, hno:3375).
Bediüzzaman Said Nursi’nin -çok kısaltarak aldığımız- şu ifadeleri de geleceğe yönelik ümitlerimizi canlandırabilir:
“Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevk-ül ceyş ile kuvvet bulan hayalât ve evhamın müdafaasına (yani, bir ordunun sevk ve idaresi gibi, o asırlardaki mevcut fikir ve düşünce jimnastiği ile kuvvet bulan hayaller ve evhama karşı hak ve hakikati müdafaa etmek için)
beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense... Ve tarafdar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar... Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-ı İslâmiyettir. Evet saadet-saray-ı istikbalde taht-nişin-i hakaik ve maarif (Yani; Geleceğin mutluluk sarayında, ilim ve irfanın, hak ve hakikatin saltanat tahtına oturan) yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız odur; emareler görünüyorlar...”(Muhakemat, 9).