Kimi kez hatıra okumak dinlendirici oluyor, bir devri, bazı şahsiyetleri, hatta bir şehri soluyor sayfalarda tekrar insan…
Bu hafta elime aldığım ilk hatıra kitabı Orhan Karaveli’nin “Görgü Tanığı” (Doğan Kitap, 2010) adlı kitabıydı. 1930’lu yılların Ankara’sını soludum önce, Samanpazarı’nda beyaz kireç badanalı bir ev, Sahibinin Sesi markalı gramofonda neşeli şarkılar… Sünnet yapan, diş çeken, sülük tutan, kan çeken, şişe çeken berberler… Sahibinin Sesi deyince ben hemen Ece Ayhan’ın “Fayton Şiiri”ni ve “intihar karası bir fayton”da ölüme giden – ya da İlya gibi göğe yükselen- Fikriye Hanım’ı hatırlarım. Sahibinin Sesi’nin bir gramofon markası olduğunu ilk o şiirden öğrenmiştim, Karadağ tabancasını da, Cezayir menekşesinin ölülerin boynuna takıldığını da… Bir kitapta tanıdıklara rastlayınca mutlu oluyor insan. Doğrusu, Karaveli’nin, 1948’de vuku bulan, artık çok bilinen “Rabia Hatun şiirleri” meselesini anlattığı sayfalar çok da merakımı celbetmedi, ama mesela Mareşal 10 Nisan 1950’de vefat eden Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenaze töreni sebebiyle çıkan olaylar, halkın tepkisi oldukça dikkat çekiciydi. Merak edenler o satırları okusun ve toplumun ruhunu tahlile çalışsın. Bence o toplumsal karakter hâlâ yaşıyor. Karaveli “İstanbul o gün ayağa kalkmış ve kontrolden çıkmıştı.” (s. 42) diyor. Neden acaba? Düşünmek lâzım. DP’nin 14 Mayıs 1950’de büyük bir üstünlükle seçimi kazanmasının arkasında Fevzi Çakmak’ın ölümüne kayıtsız kalan hükûmete karşı halkın gösterdiği büyük tepkinin de olduğunu belirtir yazar. Kimi gazeteler 1950 seçiminden sonra bunu görerek “Mareşal’in Ölüsü İnönü’yü Yendi!” diye başlık atmış. Halkın tepkisini, ruhunu iyi okumak lazım, “Mareşalin Ölüsü” deyip geçmemeli, hâlâ geçerlidir bu.
Diğer hatıra kitapları Refii Cevat Ulunay’ın “Menfâlar/ Menfiler, Sürgün Hatırları” (Arma Yay., 1999) ile Refik Halid Karay’ın “Bir Ömür Boyunca” (Türk Tarih Kurumu, 2011)’sı idi. Daha önce okumuştum onları, ama İttihat ve Terakki dönemini, 1913’te muhaliflerin yakalanıp o yılların ünlü hapishanesi Bekirağa Kışlası’na tıkılmasını, Bahr- Cedit gemisine doldurularak Sinop’a sürülmelerini, Sinop’taki sosyal hayatı, sürgünlerin günlük yaşantılarını tekrar hatırlamak, bizdeki iktidar çatışmasını, bu çatışmaların altında yatan ruhu, iki karşıt cephenin birbirlerine bakışını kavramak istedim.
Hatıraları okudukça, bizdeki siyasal mücadelenin oldukça duygusal ve kindar olduğunu düşünüyorum. Fevri!.. Analitik bir bakış yok. Kişisel hırs, tabular, aşırı ve körce bağlanma, düşünmenin, sorgulamanın önüne geçiyor. Hatıra yazarlarının satırlarına dahi yansıyor bu körlük…
Ulunay ve Karay’ın hatıralarından bahsediyordum. Sürgünleri Sinop’a götüren Bahr-i Cedit gemisinde tanıdıklara rastladım yine. Mesela eski Konya valisi Ali Rıza Bey’in oğlu “İfham” gazetesinin müdürü Mustafa Suphi’ye. Bu köhne geminin güvertesine yatağını sererken Refik Halid’in yanında “aynı işi yapan bir beyzade oğlu, Mustafa Suphi de vardı[r].” (s. 81). Karay’ın “Gün gelip de onun gene bir vapurda ve hücum eden eşkıya elinde parça parça edileceğini hangimiz aklımıza getirebilirdik?” (s. 81) cümlesini hüzünle okudum. Unutmadan, hatıralardan ilginç bir bilgi: Refik Halid’in teyzesinin kocası Hoca Mustafa Efendi, meğer Bülent Ecevit’in dedesi imiş. Hatta bir gün Karay’ın genç yaşta Beyoğlu Belediyesi Başkâtipliği’nden dolayı iki bin kuruş aldığını duyunca “Bu yaşta bir adama o maaş verilmez, ibzal ve israftır” (s. 27) demiş, ardından bir hadis okumuş, sonra da dünyanın zevaline işaret etmiş! Ayaklarımızın altını kazsak neler buluyoruz değil mi?.. Çok değil, dedelerimiz bize gülüyor.
Şu, Refik Halid’le Refii Cevat’ın hatıralarında rastladığım tanıdıklardan, sürgünlerden bahsedecektim; Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Sinop’tan Rusya’ya nasıl firar ettiklerinden hatta Refik Halid’e de kaçma teklifinde bulunduklarından. Meselâ bir zamanların ünlü kabadayı çetesi “On İkililer”in reisi Arap Abdullah’tan -Sermet Muhtar Alus’un “On İkililer” ve Ulunay’ın “Sayılı Fırtınalar” romanlarını bu vesileyle hatırlatayım- Osmanlı’nın ilk sosyalistlerinden İştirakçi Hilmi’den, Sinop’tan Çorum’a nakledilirken jandarmadan dayak yiyen İskilipli Atıf Hoca’dan, yine İskilip’e sürgün edilen Deli Rıfkı adlı garip, heccav şairden, dönemin ünlü şarkıcısı Muhlis Sabahattin’den – o niçin sürülmüştü acaba?-, Sinop ve Çorum’da Karay’ın yanından ayrılmayan, kızdığı adamın kulağını kesip yiyen eşkıya Şıhlılı Mustafa’dan…