Yaratılış itibariyle insanın sureti de güzeldir, sîreti de. Ne bedeninde noksan yahut fazla bir organ vardır; ne de ruhunda gereksiz bir sıfat, bir lâtife, bir his... Bir de ‘cüz’î irade’ var ki insan kendi iradesini doğru yahut yanlış kullanarak iç âlemini ya daha da güzelleştirebiliyor veya büsbütün bozup mahvedebiliyor.
Ahlâk; huy, tabiat, seciye, insanın manevî nitelikleri, tutum ve davranışları gibi manalara gelir.İnsan denilince akılda iki kavram birlikte canlanır: Beden ve ruh. Beden için “suret”, ruh için ise “sîret” tâbirleri kullanılır. Meseleyi yaratılış açısından ele aldığımızda, bedenin yaratılışına/cismani inşasına “halk”, ruhani yapısına ise “hulk” denilir. Hüsn-ü hulk yahut hüsn-ü sîret terkipleri insanın bu iç dünyasının güzelliğini ifade ederler. İslam’da güzel ahlakın yeri zirvededir. Kur’an’da insanın yaratıldığı “ahsen-i takvim” konumu, onun fiziki bünyesi yanında ahlaki değerleri yansıtan manevi bünyesinin de bir unvanıdır. Efendimiz (s.a.v) “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” (bkz. Muvatta, Husnü’l Halk, 8; Müsned, 2/381) manasındaki hadisle ahlaki erdemlerin önemine vurgu yapmıştır.
Yaratılış itibariyle insanın sureti de güzeldir, sîreti de. Ne bedeninde noksan yahut fazla bir organ vardır, ne de ruhunda gereksiz bir sıfat, bir lâtife, bir his... Organları arasında tam bir uygunluk olduğu gibi, hissiyatı arasında da mükemmel bir âhenk mevcuttur. Öyle ise güzel ahlâk yahut kötü ahlâk derken neyi kastediyoruz? Bu soruyla beraber karşımıza insan ruhunun en belirgin bir özelliği olan “cüz’î irade” çıkıyor. İnsan kendi iradesini doğru yahut yanlış kullanmakla, iç âlemini ya daha da güzelleştirebiliyor yahut büsbütün bozup mahvedebiliyor.
Ahlâkın bir çırpıda değişmesi elbette zordur. Zaman geçtikçe ilgili huylar daha da müzminleşir. Bu husus âdil imtihanın da bir yansımasıdır. Çünkü Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde ahlakını düzenlemekle yükümlü olan insan bu yükümlülüğü yerine getirme veya getirmeme özgürlüğüne sâhiptir. Bu özgür iradesini, iyi tarafa kullanan kimsenin bu saygısına bir mükâfat olarak ahlâkının daha da düzeltilmesi; kötü tarafa kullanan kimsenin bu saygısızlığına bir ceza olarak ahlâkının o kötü çizgide devam etmesi adaletin bir sonucudur. Genel adalet ölçüsü budur; Allah’ın lütfu ayrı bir konudur. “İyilik Allah’tandır, kötülük ise sizin kendi nefsinizdendir” mealindeki Kur’ânî prensip bu gerçeğin kanıtıdır. O hâlde, mevcut kötü durumumuzun bizzat kendi nefsimizden kaynaklandığını görmemiz ve ona göre nefsimize kızmamız gerekir. İlgili huylarımızdan vazgeçmemizin birinci şartı, kötü huylarımızın bizzat kendimizden kaynaklandığını bilmemiz olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu hakikatli bakış açısıyla, iyi huylar edinmek gibi, kötü huylardan kurtulmanın da bizim gücümüzün dâhilinde olduğunu öğreniyor ve bir direnç kazanmış oluyoruz.
Kötü huyların kökünü kazıyıp ortadan kaldırmak imkânsızdır. Çünkü onlar -imtihan gereği- varlığını sürdürürler. Mesela, bir kimseye kızmak, hiddetlenmek, sert tavır almak, eleştirel bakış sergilemek gibi huyları kendimizden çıkartıp atamayız. Bu yaratılışımızda var olan huylardır. Yalnız bunların yönlerini değiştirmekle onları yerli yerince kullanabilir ve kötü gidişatın önüne geçebiliriz. Örneğin, eleştirmek huyu bizde fazladır, yapmadan edemeyiz... Yapalım fakat hedefi doğru koyalım, kimi neyi eleştireceğimizi iyi tespit edelim... Eleştiri oklarımızı rastgele -gönülleri kırarak- mümin bir kardeşimize yöneltmek yerine (“En büyük düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir” buyuran Efendimizin bu tespitlerine dayanarak) kendi nefsimize yönelterek hem eleştiri yönünden kendimizi tatmin, hem de nefis düşmanımızı terzil, hem de ahiretimize azık temin etmiş oluruz. Çok kolay bir yerden mümin kardeşimize kızacağımıza, şeytanımıza, nefsimize kızalım. Hem kızgınlığımızı tatmin hem de ahlâkımızı tehzip etmiş (arındırmış) oluruz.
Hiçbir insan kendi menfaatini bile bile terk etmez. İki ayrı menfaat söz konusu olduğu zaman en fazla kârlı olanı tercih eder. Keza iki zarardan en hafifini tercih eder. Bu aynı zamanda aklın da gereğidir. Bu ölçüyü dünya ile ahiret dengesi için de kullanabiliriz. Nefsimizin hoşuna giden bir günahı işlemekle aldığımız yüz gram lezzete mukabil, iman şuuru ile mütehassıs olan vicdanımıza bir batman lezzet kazandıran işleri terk etmek aklın kârı değildir. İki günlük dünyayı, ebedî hayata tercih etmek bir mümin için çok feci bir yanılgıdır. İki kişinin yanında -yanlış düşündüğü- gururunu kurtarmayı düşünüp de, mahşer meydanında milyonlarca insanların, peygamberlerin ve de Allah’ın huzurunda gerçek gururunun, insanlık onurunun kırılmasını düşünmemek, mantık açısından çözülmez bir denklemdir.
Şu hadis-i şerifte de önemli bir vurgu vardır: Münafık olan kimsenin alâmetlerini sayan efendimiz şöyle buyurmuştur “Dört haslet (vasıf) vardır ki, bir kimsede bulunduğu zaman tam bir münafık olur. Onlardan biri bulunduğu takdirde ise -onu bırakmadığı sürece- nifaktan bir vasfı kendinde barındırmış olur; konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, antlaşma yaptığı zaman bağlı kalmaz, haksızlık eder, birisiyle mücadele ettiği zaman fücura sapar aşırılığa kaçar (adam bir eleştirmişse o beş eleştirir, adam bir kötü söz söylediyse o on mislini söyler)”. Bilindiği üzere, iman hem nurdur hem kuvvettir… Kuvvetli imanı elde etmeye ve bu imanı amellerle pekiştirmeye ve devam ettirmeye çalışmak gerekir. Böyle kuvvetli bir imanı elde eden kimse, prensip olarak Allah’ın rızasını esas alır... Nefsin hoşuna gideni değil, Allah’ın hoşuna gideni tercih eder. İnsanların alkışlarını değil, Allah’ın “aferin kulum!” demesini tercih eder.
Konuya, bu açıklamaların ışığında bakmakta fayda olduğunu düşünüyoruz. Ramazan ayları bunun için büyük bir fırsattır… Helal olan yiyecek ve içecekleri rızası için terk ettiğimiz Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri yapmayı imanımızla bağdaştırmamalıyız. Rahman ve Rahim olan Allah hepimizi sırat-ı müstekime idhal eylesin, hâlis ve nasih tevbeyi nasip eylesin, ÂMÎN!