Kafkasya yollarında Cezayir türküsü

Önce Cemil Meriç’e kulak verelim. Bu Ülke’de şöyle diyor Cemil Meriç:

“Avrupa Tanzimat’tan beri aynı emelin kovalayıcısıdır: Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddesi, yani İslamiyet’i. Bu mukaddesin yerine kendi mukaddesini aşılayamazdı. Çünkü misyonerin hedefi, Devlet-i Aliyye’yi Hıristiyanlığa kazanmak, yani Devlet-i Aliyye ile bütünleşmek değil, ezeli düşmanını ‘etnik’ bir toz yığını haline getirmekti, istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz bir toz yığını.”

Bu paragrafa ne zaman göz atsam, Meriç’in “etnik toz yığını” ifadesi tüylerimi ürpertir. Ne komplo teorilerine yatkın bir adamım, ne de devletin geçmişteki büyük yanlışlarına duyarsızım. Ama uluslararası ilişkilerin katı gerçekliği içinde ülkemin ve milletimin olabildiğince uyanık, olabildiğince iri ve diri olmasını fazlasıyla önemserim. Hele de “küresel bir gündem inşa etme” sevdalıları bu coğrafyaya ikide bir el attıkça.

Toplum olarak tarihsel ve kültürel kaynaşmışlığımız pekişik, ortak değerlerimiz kökleşiktir. Farklılıklarımız vardır. Ama uzaklıklar üzerinden değil, yakınlıklar üzerinden tanıma geliriz. Hem bu ülkede, hem tüm komşu coğrafyalarda böyledir bu. Birbirine karşı en önyargılı olanlarımız bile karşılıklı bir dost sohbetine oturmayı becerirse, bunun böyle olduğunu görür. Şaşarak, kıvanarak, hayıflanarak görür hem de.

Toz yığınına dönüşemeyecek kadar kök salmışız biz bu topraklara. Her savruluşun ardından el ele, kol kola ayağa kalkmayı, belaları savuşturmayı bilmişiz. Dünün felaket tellalları yarına ilişkin de bolca kehanet üretme, bolca kara senaryo üfleme çabasında bugün. Uğraşları boşadır. Çünkü bizim derdimizle dertlenemezler.

Aynı dert üzerinden, geçelim bir başka fasla. Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam’da anlattığı bir şey var ki o da içime fena işlemiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nın son demleri. Aydemir cephededir. Kasım 1918’de gelen yenilgi haberi ve ateşkes emri buraya bomba gibi düşer. Aydemir şunları söylüyor: “Hayır, bu neticeyi beklemiyorduk. Hele burada, bu cephede biz, asıl vazifemize kendimizi daha yeni vermeye başlamış sayıyorduk. Ordu Karadeniz’den, Gürcistan’dan Hazer denizine ve İran içlerine kadar büyük bir hareket sahası üzerindeydi. İran’da Tebriz işgal edilmişti. Bunu biliyor ve buralarda ne işimiz var demiyorduk. Hayır, daha da ileriye gitmeliydik. Asıl hedefimiz Azerbaycan’dı ve ordunun bir kolu oralara gitmişti. Bakü, müstakbel Güney Kafkasya’nın başşehri olacaktı. Biz de bulunduğumuz yerden, Ermenistan içinden ve Zengezur’dan aşarak Karabağ’a ve böylece de Azerbaycan’a ulaşmak için yol açıyorduk.” Ama yenilgi ve çekiliş emri kesindir. Aydemir çekiliş gününü şöyle anlatıyor:

“Yollar atlı, yaya, genç, ihtiyar, kadın, erkek insanlarla doluydu. Hepsi de asker kollarının yanı sıra koşuyor, ağlıyor, yırtınıyor, feryat ediyorlardı: ‘Bizi kime bırakıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?’

Beri tarafı artık Anadolu demek olan Aras üzerindeki Markara köprüsüne vardığımız zaman teessür ve heyecan son haddini buldu. Bölüğün önünde Sandıklılı Nuri Çavuş, bağlamasıyla bir türkü söyleyerek yürüyordu:

Cezayir’e kara bayrak çekildi / Garip anaların beli büküldü / Koç yiğitler Cezayir’den çekildi / Sokakları mermer taşlı / Güzelleri sırma saçlı Cezayir hey!...”

Kendime ne vakit “Türkiye neye benzer?” diye sorsam, hep şu cevabı veririm: Türkiye, Kafkaslar’dan ta nice geriye çekilirken Afyon Sandıklılı Nuri Çavuş’un Cezayir türküsü söylemesine benzer.

Kim ne derse desin, böyle bir coğrafyanın, böyle bir tarihin çocuklarıyız. Kaderimiz birbirimizden ayrı okunamaz. Dünümüz bir, yarınımız bir. Küresel gündem inşa edenlere karşı, biz de yarınımızı birlikte inşa edeceğiz.

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum