Görüşler

Jean Paul Sartre ve Aime Cesaire: Siyah Orfeus

Jean Paul Sartre ve Aime Cesaire: Siyah Orfeus

‘Tuhaf Günler Peşimizde’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Jean Paul Sartre’ın ‘Afrika ve Batı Hint Adaları’nın Fransızca Yazan Siyah Şairleri Antolojisi’ için yazdığı ‘Siyah Orfeus’ başlıklı önsöz Négritude akımının tanınması ve yoğun olarak tartışılması bakımından bir dönüm noktasıdır” diyor.

Négritude 1930’larda, Afrika ve Karayipler’in sömürgelikten kurtulma sürecinde, çevreden merkeze, Paris’e gelen diaspora entelektüellerinin başlattıkları ve meşalesini taşıdıkları kültürel ve politik hareketti. Sömürgeciliğe karşı kapsamlı, güçlü bir tepki; Batı’nın tahakkümüne karşı meydan okumaydı. Siyahlığı kutluyor, yeryüzünün her tarafındaki siyahları kucaklıyordu.

Négritude sözcüğünü Aimé Césaire, Fransızcada zenci anlamına gelen ve siyahları aşağılamak için kullanılan négre sözcüğünden türetmiş ve ilk kez 1935’te L’Etudiant Noir adlı dergide yayımlanan bir makalesinde kullanmıştı. Olumlu bir anlam yüklemiş, ırkçılığın eleştirisinde etkili bir araca dönüştürmüştü. Siyah olmanın gururunu ifade ediyordu. Amié Cesare ve Léopold S. Senghor başta olmak üzere Négritude şair ve yazarları siyahlık hakkında karmaşık bir hikâye anlatıyorlardı. Onlar otonomi, otantik kimlik ve asimilasyon arasındaki gerilimi, koloniler ve metropol, tahakküm eden ve madun arasındaki ilişkiyi uzun uzadıya düşündüler.

Négritude hareketini başlatan ve geliştirenler Afrika ve Antiller’den metropole gelmiş diaspora şairleri, entelektüelleriydi. Gerçekten, Fransa çok sayıda koloniye sahipti. Afrika’nın değişik yörelerinde, Batı Hint Adaları’nda, Güneydoğu Asya’da, Güney Amerika’da... Cumhuriyetçi Fransa emperyal bir ulus devletti. Birbirini takip eden cumhuriyetler geniş bir sömürge ağının temelinde kurulmuştu.1789’daki vaatler ile sömürgeci politikalar ve ırkçı uygulamalar arasında bariz çelişkiler mevcuttu. Négritude akımının hangi koşullarda doğduğunu kavrayabilmek için kültür ve sanat merkezi Paris’in aynı zamanda sömürgeci metropol olduğunu hatırda tutmamız gerekiyor.

Franz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’nde yazdığı gibi sömürgeci güçler Afrika’yı utanç verici ve barbarca bir tavırla kendilerine ait bir alan olarak görmüş ve öyle tasvir etmişlerdir. Négritude şairleri mitleriyle, masallarıyla, şarkılarıyla, danslarıyla Afrika’nın geçmişini ihtişam ve vakarıyla gün ışığına çıkardılar, bu geçmişten beslendiler. Afrika’nın geleneklerini inançlarını değerlerini tutkuyla övdüler.

Négritude şairleri kolonilerden gelen siyah insanın asimile olarak ve fark edilmeden yaşamasını istemiyor, siyah olarak varolma arzusu taşıyorlardı. Bu arzu kimi kez siyahlığın temelinde ırksal bir öz görmeye, siyahlığı idealleştirme, Afrika’nın geçmişini romantize etmeye değin varıyordu. Bunlar eleştiri konusu da oluyordu. Söz konusu eleştiriler dışında açık ilkeler dizisine sahip tutarlı bir hareketti. Jean Paul Sartre’ın, Senghor’un derlediği Afrika ve Batı Hint Adaları’nın Fransızca Yazan Siyah Şairleri Antolojisi için yazdığı “Siyah Orfeus” başlıklı önsöz Négritude akımının tanınması ve yoğun olarak tartışılması bakımından bir dönüm noktasıdır.

Yirminci yüzyılın en etkili düşünürlerinden ve kamu entelektüellerinden biri olan Sartre sömürgeciliğin kanlı tarihini, Batılı insanın sömürgelerdeki kabarık suç dosyasını gözler önüne sermişti. Ülkesinin Güneydoğu Asya’da (Hindiçin’de) uyguladığı zulme, Cezayir halkının bağımsızlık talebi karşısında insanlık dışı tutumuna hiç çekincesiz karşı çıktı. Fransız ordusunun Cezayir’in bağımsızlık taleplerini şiddet yoluyla bastırmaya çalışmasına, ordunun “ ırkçı bir egemenlik aracı” olarak kullanılmasına karşı çıkan aydınların hazırladıkları 121’ler Manifestosu’nu ilk imzalayanlardan biriydi. Irkçılık konusunda sistematik çalışma yapmamıştı. Az yazmıştı, ama yazdıkları etkileyici, argümanları güçlüydü. Postkolonyal çalışmalara kaynak oldu. Sömürgecilik ve ırkçılığı hiçbir zaman ayrı düşünmedi. Yaşamının son yıllarında sağlığı iyice bozulmasına rağmen elinden geldiğince yeni sömürgeciliğe karşı siyasi kampanyalara destek verdi, ırkçılığın ne ciddi bir tehlike olduğuna dikkat çekti. İlginç olan onun ele aldığı sorunlar günümüzün de sorunları, bizim de sorunlarımız.

Sartre siyah insandan şiirsel varlık olarak söz eder. Şiirsellik onun köklerinde mevcuttur; şiirsellik onun benlik duygusuna kaynaklık edecek, bu duyguyu besleyecek, ağır hasar almış, incinmiş ezilmiş varlığını onaracaktır. Şu halde şiir onarıcı ve şifa verici bir güç ,siyahların özgürleşme mücadelesi şiirsel bir deneyimdir.

Sartre siyahların kimlik oluşturma çabalarını Orfeus mitine gönderme yaparak açıklamaya çalışıyor; siyah insanı sevgilisi Eurydice’ye kavuşmak, onu tekrar canlandırabilmek için yeraltına inen genç lir ustası Orfeus ile kıyaslıyordu.Antik Yunan mitolojisinin bu çok bilinen öyküsü uyarınca lirini çaldığında herkesi büyüleyen Orfeus güzel orman perisi Eurydice’ye âşık olur, onunla evlenir. Bir gün çayırda engerek yılanı tarafından ısırılan güzel kadın zehirlenir ve ölür. Orfeus’un ölen karısını geri alabilmek için yeraltı dünyasına inmekten başka çıkar yolu yoktur. Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra mağaraya ulaşır. Mağaradaki tünelden Styx nehrine varır, kayığa biner ve nehri geçer.

Sartre’a göre siyah insanın kimliğini oluşturma çabasını Orfeus’un karanlığa yaptığı uzun yolculuğa benziyordu. Siyah insan da yorulmak bilmeden kendi içinde derinlere iniyor, benliğe yönelik bir yolculuk yapıyordu. Zincirlerini yok etmek için kendini keşfetme yolculuğu.

Sartre beyaz proletaryanın sömürülmesi ile siyahların uğradıkları baskıları, her ikisin kendilerini, keşfetme yöntemlerini kıyaslar. Proletaryanın sınıf bilinci edinmesi ile sömürgelerdeki yerli halkların öznelliğine ve kökenlerine dönüşü, siyah bilince kavuşması arasında bağ kurar. Buna göre tıpkı proletaryanın kurtuluşunun tüm insanlığın kurtuluşu anlamına gelmesi gibi siyah insanın öznel ıstıraplarında da evrensellik boyutu mevcuttur. Irk ayrımının ortadan kalkmasıyla eşitlikçi bir dünya doğacaktır.

Liberal hümanist geleneğin ırkçılıkla mücadelede yetersizliğine dikkat çeken Sartre, Aimé Cesaire’in alternatif bir hümanizm önerdiğini ileri sürer. Gerçekten öyledir. Martinikli sömürgecilik karşıtı şair ‘Sömürgecilik Üzerine Söylev’ başlıklı makalesinde Batının bütün değerlerinin ikiyüzlülüğünü teşhir eder ve gerçek bir hümanizmin mümkün olduğunu da vurgular.

Aimé Césaire’in ilk kez 1950’de yayımlanan makalesi ‘Sömürgecilik Üzerine Söylem’ günümüzde postkolonyal literatürün temel metinlerinden biri kabul ediliyor. Césaire söz konusu makalede sömürgeciliği siyasi ekonomik kültürel, tüm yönleriyle, tüm sonuçlarıyla eleştiriyordu. Martinikli devrimci şaire göre Batı ‘hastalıkla sarsılmış’ ve ‘ölüm döşeğinde’ bir medeniyetti. Sömürgeciliği, katliamları ‘ruhen ve ahlaken savunulamaz’dır. Gaddarlık, yalancılık Batı medeniyetini inşa eden Avrupa burjuvazisinin ruhuna yerleşmiştir.

Amié Césaire, Avrupalıların ikiyüzlülüklerine dikkat çekiyor; onların ‘uygarlaştırma misyonu’ndan söz ederken aslında vahşet kertesinde şiddet uyguladıklarını, kıyım yaptıklarını vurguluyor, Avrupa’nın sömürgeciliğini Hitler’in Nazi rejimininim totaliterliğiyle karşılaştırıyor, Batının “hümanist geleneği”nin temellerinin hiç de sağlam olmadığını ortaya koyuyor ve alternatif bir hümanizm öneriyordu. Bu açıdan Afrika tarihçisi Merve Fejzulas’ın Négritude hareketinin esasında bir tür siyah hümanizm olduğunu ileri sürmesi çok yerindedir.

Aimé Césaire kapitalist sistemi insan yiyen canavara benzetir, bu canavarın tarihsel süreç içinde giderek büsbütün denetimden çıktığın belirtir. Bununla kapitalizmin ve onun doğuşunu, gelişimini sağlayan sömürgeciliğin ne denli acımasız, ne denli insanlıkdışı olduğunu ifade etmek ister. Sömürgecilik Avrupa kültüründe ve ekonomisinde derin köklere sahip olan bu zalimliğin en belirgin biçimidir.

Césaire, gerçeküstücülük başta olmak üzere yirminci yüzyılın birçok avangard akımına esin kaynağı olan Lautréamont’un (asıl adıyla Isidore Ducasse) Maldoror Şarkıları’nı materyalist ve tarihsel açıdan okumuş, bu şiirsel düzyazıda kapitalist- sömürgeci düzenin eleştirisini bulmuş, kendi devrimci düşünceleri için yön gösterici olarak görmüştü. Kötülük figürü Maldoror karakterinin, canavarımsı hayvanların kapitalist sömürü düzenini temsil ettiklerini ileri sürer. Gerçekten Lautréamont’un on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki siyasal-toplumsal olaylardan etkilenmemiş olması düşünülemez. Bu dönemde 1848’de Paris sokaklarındaki devrimci isyanlarının ardından ikinci cumhuriyet yönetimi kurulmuş, III. Napolyon’un darbesiyle ve imparatorluğunu ilan etmesiyle anayasa geçerliliğini yitirmiş, ikinci cumhuriyet son bulmuş, ikinci imparatorluk rejimi altında kapitalist sömürü yoğunlaşmış, sömürgelerde şiddet yeni boyut kazanmış, denizaşırı ülkelerde yerli halklara yapılan zulüm iyice artmıştı. Bütün bu gelişmelerin Lautréamont’un şiirsel metnine yansıması kaçınılmazdı. Dolayısıyla Césaire’in ‘kötü ruhlu doğmuş’ merhamet nedir bilmeyen, kan dökücü Maldoror’un, canavar benzeri ürkütücü yaratıkların kapitalizmi, sömürgeciliği, Batının insanlık dışılığını temsil ettiğine dair yorumu yerindedir. Lautréamont’un şiirsel ve etik isyanını doğru okumuştur. Dekadan şair içinde yaşadığı Fransız toplumunu, daha geniş anlamda başkalarının kanını emerek altın biriktirmenin, para istiflemenin biricik amaç olarak benimsenildiği verili dünyayı kabul etmiyordu.

Kaynaklar:

Ayas, Güneş, ed. (2015), Barbar Batı: Bir Aimé Césaire Kitabı, Doğu Kitabevi

Jack, Belinda Elizabeth (1996), Négritude and Literary Criticism, Greenwood Press

Judaken, Jonathan ed. (2008), Race After Sartre: Antiracism, Africana, Existentialism, Postcolonism, SUNY

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir