Nazım Hikmet 117 yaşında
Yurtdışında Türkiye'den söz edilince azıcık mürekkep yalamış insanların aklına üç isim gelirdi:
Mevlana, Yunus Emre ve Nazım Hikmet.
Şimdilerde dizileri soruyorlar ya neyse!
15 Ocak 1902'de Selanik'de doğan Nazım Hikmet, Otobiyografi şiirinde de belirttiği gibi doğduğu şehre bir daha dönemedi. Galatasaray Sultanisi'ndeki eğitiminin (bugünkü Galatasaray Lisesi) ardından, bahriye mektebine yazıldı, lakin sağlık sorunları el vermeyince okuldan ayrılmak zorunda kaldı.
Şiirle erken yaşlarda tanışan Nazım Hikmet, annesinin ricası üzerine Yahya Kemal'den şiir dersleri aldı. Bu ilk gençlik dönemlerinde yazdığı şiirlerde "Ben de müridinim işte Mevlana" gibi genç şairin duygu dünyasından izler taşıyan mısraları mevcuttur. Cem Karaca tarafından bestelenen Herkes Gibisin şiiri de bu gençlik dönemi eserlerindendir.
Yakın dostu Vala Nureddin (VaNü) ile birlikte Milli Mücadele'ye katılmak üzere yola çıkan Hikmet, Anadolu'da tanıştığı kişilerden dinlediği Bolşevizm fikrinden etkilenerek dümeni kuzeye, Sovyet Rusya'ya kırdı. Başında deli yeller esen şair burada, Doğu Emekçileri Komunist Üniversitesi'nde iktisat eğitimi gördü. Yine aynı yaşlarda Nüzhet Hanım ile kısa sürecek bir evliliğe imza attı.
Şiirleri de Sovyet Rusya'da geçirdiği dönemde sesini bulmuş, Mayakovski'den etkilenen şair serbest şiirde eserler vermeye başlamıştır.
Nazım her yerde koca yürekli Nazım. Bolşevik İhtilali'nin önder kadrolarından olan Troçki, devrim önce kendi evlatlarını yer misali, önder kadro ile arası bozulunca tu kaka edilmiş, Nazım'ın Sovyetler Birliği'ndeki yıllarında da bu tepki yavaş yavaş su yüzüne çıkmıştı. Bir gün üniversiteye konuşma için gelen Troçki, öğrenciler tarafından protesto edilmiş, salonda Troçki'yi dinleyen bir tek Nazım kalmıştır. "Troçkist misin? Neden salonda dinlemeye devam ettin" diye soranlara da "Hayır, Troçkist değilim... Adam çok güzel konuşuyordu, onu hayranlıkla dinledim... Böyle bir güzelliği bırakıp çıkamadım..." der.
Elleri büyük işler için yaratılan mavi gözlü deve dünya dar geliyordu. Evliliği nihayete erdi, ülkeye geri döndü, artık komunist bir şair olarak emekçilere Marksizm davasını anlatmalı, kapitalist bir yol tutturan genç cumhuriyeti işçi ve emekçilerin örgütlenmesi ile, sosyalizm ile taçlandırmalıydı.
Maalesef umduğu gibi olmadı. Döndükten kısa bir süre sonra tevkif edildi.
Tahliye olduktan sonra oğlu Nazım'ı karşısına alan ihtiyar babası Hikmet Bey "Bırak servet bölüştürme işini yoksullar dert edinsin" minvalinde nasihatte bulunduysa da oğluna söz geçiremedi. Gönlü gibi kalemini de davası için seferber eden Nazım, Resimli Ay dergisinde, Aydınlık'da şiirleri ile yazıları ile mücadelesine, kendi tabiriyle "putları kırmaya" devam etti.
İkinci ve en uzun sürecek hapisliği 1938 yılında donanmayı isyana teşvik suçlaması neticesinde çarptırıldığı cezadır.
Nazım'la tanışmak için gelen iki harbiye öğrencisi, ustayı tedirgin etmiş; casus olarak bu öğrencilerin görevlendirildiğini düşünüp "benden ne istiyorsunuz?" diyerek bir nevi kendi kendini ihbar etmiştir. Donanmayı İsyana Teşvik suçlaması ile yargılanmış, dava sonucunda 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılmıştır.
Annesi Celile Hanım'ın yurtiçi ve yurdışında açlık grevi dahil gerçekleştirdiği eylemler netice vermiş, şair oluşan uluslararası kamuoyu baskısı neticesinde 12 yıllık bir tutukluluk döneminin ardından 1950'deki bir afla serbest bırakılmıştır.
Nazım'ın en güzel ürünleri bu ikinci tutukluğu dönemindedir kanaatimce. Piraye'ye yazdığı edebi değeri yüksek mektuplar, şiirler bu dönemin mahsulüdür. Nazım sadece şiir, roman ve oyun yazmamış; cezaevini bir okula dönüştürmüş ve nice insan yetiştirmiştir. Orhan Kemal'in hikâye yazarlığına teşviki, genç bir çoban olan İbrahim Balaban'ın ressam olarak yetiştirilmesi, Kemal Tahir ile mektuplaşmalarının neredeyse bir edebiyat dersine dönüşmesi Nazım'ın diğer şaheserleridir.
Eşi Piraye Altınoğlu'ndan cezaevinde ayrılan Nazım, dayı kızı olan Münevver ile evlendi ve bu evlilikten Memet adında bir de oğulları oldu. Hani şu Varna'dan seslendiği Memet.
Nazım Hikmet'in Cezaevi'nden Mehmet Fuat'a Mektuplar kitabında yer alanlar, oğlu Memet'e değil, Piraye Hanım'ın önceki evliliğinden oğlu Mehmet Fuat'a yazdığı mektuplardır. Nazım'ın üvey oğlu Mehmet Fuat'a yazdığı mektuplardaki müşfik tavır, insanı şaşırtır.
Piraye ile olan evliliği bambaşka bir dünyadır. Nazım'ın şiire sığdıramadığını ben buraya nasıl sığdırayım.
Tahliyesinden sonra askerlik vazifesi için çağrılan Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi bir cinayete kurban gitmek istemediğinden çareyi ülkeden ayrılmakta buldu. Haklıydı zira zatürre neticesinde bahriyeden ayrılmak zorunda kalan birini, şimdi 50'li yaşlarda, üstelik 10 yıllık bir hapisliğin ardından askere çağırmak neyin nesiydi?
"951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün" dizesi ile anlattığı bu hadise, kız kardeşinin nişanlısı Refik Erduran'ın yardımıyla Karadeniz üzerinden Rusya'ya kaçış girişimidir. Karadeniz açıklarında Plehanov isimli Romanya bandıralı gemi ile karşılaşmışlar ve Nazım yurttan bu gemi ile ayrılmıştır.
Maalesef Nazım'ın tekrar yurda dönüşü nasip olmadı.
Doktorların kalp rahatsızlığı teşhisi koyduğu Nazım Hikmet, "aşık olursan fazla yaşamazsın" ikazlarına rağmen Vera Tulyakova'ya aşık oldu. Pijamaları ile hastahaneden kaçarak Vera Tulyakova'nın yanına giden Nazım ömrünün geri kalan kısmını Vera Tulyakova ile birlikte geçirdi.
Nazım, Vera Hanım ile yaşadığı evde 3 Haziran günü, günlük gazeteleri almak için merdivenlerden inmek üzereyken kalp krizi geçirdi. Cebinde çok sevdiği karısı Vera'nın fotoğrafı ve fotoğrafın ardında şu dizeler vardı:
"Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim,
kaldım,
güldüm,
öldüm."
Büyük ustayı saygı ve özlemle anıyorum.