Issızlık, yalnızlık
Turan Engin diye bir adam vardı. Türküyü güzel söylerdi. Çın çın bir sesi yok. Öyle sesler fazla dinlediğim zaman beni yoruyor. Çok parlak, çok cilalı da değil sesi. Hele hele gevrek, hiç değil. Ama sağlam.
Bana mı öyle geliyor, derinlemesine işliyor insana.
Sanki, köyün ya da kasabanın kahvesinden bir adam söylüyor türküyü. Ya da esnaftan biri. Ama dertli, gün görmüş, feleğin çemberinden geçmiş bir adam.
Türkülerin arasında bir ‘aah’ çekmesi vardı ki. Bazı şovmen türkücülerin türkü aralarında viyaklamasına bakınca, ne kadar içtendi...
Bu ‘Ah’ için “Deli gönül bizim ele gidersen” türküsünü dinleyebilirsiniz.
“Gülü solmuş dallar bana küsmesin
Ilgıt ılgıt esen yeller bana küsmesin” diye devam ediyor.
Baktım şimdi, vefat edeli 13 sene olmuş. Allah rahmet eylesin.
‘Vardım Hint eline kumaş getirdim’i, ‘Engin ol gönül engin ol’u çok güzel söylerdi mesela.
Ali Kızıltuğ’un şu türküsünü de güzel söylerdi.
“Asr-ı gurbet harap etmiş köyümü
Bülbül gitmiş baykuş konmuş gel hele
Ben ağayım ben paşayım diyenler
Kapıları kitlemişler gel hele”
Köylü olmanız gerekmez, kentte de tadabilirsiniz bu ıssızlığı.
Tattıysanız, bilirsiniz, nasıl bir ıssızlık!
Varırsınız. Ne eski dostlar, ne eski ruh. Hepsi gitmiş.
Ne kadar daralırsınız, ne tadar eksilirsiniz.
Tatmayana tabii ki sözüm yok.
Bu türkü beni bir başka türküye götürdü. Yine ıssızlık.
Ali Kızıltuğ’u ‘asr-ı gurbet’ dertlendirmiş.
Bayburtlu Zihni’yi de Rus harbi. Muhtemelen, 1830’ların Bayburt’unu anlatıyor.
“Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı”
“Zihni dehr elinden her zaman ağlar
Vardım ki bağ ağlar bağban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı”
Türkü dediğime bakmayın. Türkü formunda da şarkı formunda da bestelenmiş. Ama aslında ne türkü, ne şarkı.
Derin bir ‘Ah’ işte, memleketimizin o zamanki ahvaline dair.
Zihni, 19. Yüzyılın nev’i şansına münhasır bir şairidir. Onu ayrıcalıklı kılan, kanaatimce, Anadolu toprağını çok çiğnemiş, bu toprağın insanlarıyla çok hemhal olmuş olmasıdır.
Issızlık gibi, bir de yalnızlık, kimsesizlik var.
Şairi kim, bilmiyorum. Afyon taraflarından, İbrahim Hıdırbozan derlemiş.
Türkü olarak dört başı mamur olmasa da, dile getirdiği öksüzlük, kimsesizlik, arkasızlık, dokunuyor insana.
Sanatçılar, söylerler ya hani, türküyü sunarken, falana gelsin, filana gelsin diye...
Arkası olmayanlara gelsin.
“Benim saçım uzun olur daranmaz
Ben öksüzüm, benim ardım aranmaz”
Devamını boş verin, baş tarafıyla mütenasip gelmedi bana. Belki de doldurmak için eklemişlerdir.
Şimdi yeri geldi. Şair arkadaşım Şaban Abak’a selam göndereyim. Gerçi bir önceki selamıma mukabele etmiş sayılmaz. Belki benim işitmeyeceğim bir şekilde mukabele etmiştir.
Olsun, ben kendi verdiğim selamı kendim de almayı biliyorum.
Nasıl mı?
Gelenekte şöyledir. Selamün Aleyküm dersin. Alan olmazsa ‘Aleyküm Selam’ diyerek kendin alırsın.
“Karpuz kestim yiyen yok.”
Şaban’ın bu isimde bir kitabı var. Kitapta, bu türkünün içindeki yalnızlık teması da anlatılıyor.
Türkü, oldukça hareketli. Derler ya, ‘fıkır fıkır.’
Gerçi, Ankara ortalamasına göre ağır sayılır.
Ankara, dünyanın en kıvrak, en fingirdek nağmelerinin çıktığı coğrafyadır.
“Karpuz kestim yiyen yok
Halin nedir diyen yok”
Yalnızlığın ta kendisi. Ayrıntılar için Şaban Abak’ın kitabını tavsiye ederim.
Kötü bir şey değil mi, sofranıza kimsenin iştirak etmemesi?
Devamında da yalnızlık.
“Yenile bir yar sevdim, gözün aydın diyen yok.”
Eskisini bırakmış demek ki...
Belki ondandır, kimsenin karpuz yemeye gelmemesi. Ya da etrafın hasetliğinden.
Issızlık, yalnızlık, biraz hüzünlü oldu farkındayım. Bugün öyle denk geldi, ne yapayım.
Sofranın makbulü, üzerinde çok el olanmış.
Hepinizin sofraları Halil İbrahim sofrası olsun.