Peki bundan Halide Edip’in haberi var mı?
Bir kaç ay önce İstanbul Üniversitesi resmi Twitter hesabından şöyle bir mesaj paylaştı.
“Türkiye’nin en köklü fakültesi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi; M. Fuad Köprülü, Yahya Kemal, Halide Edip Adıvar, İbrahim Hakkı Akyol ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi alanında öncü eğitim kadrosu ile nitelikli mezunlar vermeye devam etmektedir.”
https://mobile.twitter.com/istanbuledutr/status/1420423693772148749?lang=de
Tweete iliştirilmiş fotoğrafta tıklım tıklım dolu bir salona konuşan Halide Edip görünmekteydi.
Fotoğrafın altına şu not düşülmüştü: “Halide Edip, üniversitedeki profesörlüğünde ilk dersi verirken.”
Tweet çok popüler oldu. O yıllarda üniversitenin efsane kadrosunu övenler espriler yaptılar.
Ama çok az kimse fotoğrafın hangi yıl çekildiğini merak etti.
Fotoğraf, 17 Kasım 1940’da çekilmişti.
Profesörlüğündeki bu ilk dersinde üniversitenin İngiliz Filolojisi bölümünü kuran Halide Edip, tıklım tıklım dolu olan salona Shakespeare anlatıyordu.
Ama salonun tıklım tıklım dolmasının sebebi Shakespeare’a olan büyük ilgi değildi.
Herkes yıllar sonra Halide Edip’i görmek ve dinlemek için toplanmıştı.
Peki, işgale karşı Sultanahmet Mitingleri’nin hatibi, İstiklal Harbi’nin kahraman onbaşı Halide’si, 1922’de büyük mücadelenin romanını yazmış ve bütün dünyaya anlatmış büyük bir yazar ve entelektüel onca yıl nereye kaybolmuştu ve neden 1940’da birden ortaya çıkmıştı?
1933 yılında kurulmuş İstanbul Üniversitesi’nde profesörlüğündeki ilk dersini neden ancak 1940 yılında verebilmişti?
Bu soruların bugünlerde kimsenin çok duymak istemeyeceği tatsız cevapları var.
Halide Edip ve Türkiye’nin ilk bilim tarihçilerinden olan, Birinci Meclis’te bakanlık, Meclis ikinci başkanlığı yapmış eşi Dr. Adnan (Adıvar) Bey, Şeyh Said ayaklanmasından sonra 1925 yılının Mart ayında çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ile ülke derin bir sessizliğe gömüldüğünde Türkiye’yi terk etmişlerdi.
Peki neden?
Halide Edip ne Kürt’tü ne de şeriatı savunuyordu.
Amerikan kolejinde okumuş, milliyetçi, Batı yanlısı, liberal bir entelektüeldi.
İstiklal Harbi’nde cephede Atatürk’ün yanında yer almış bir kahramandı.
Ama savaşın kazanılmasından sonra rahat durmamıştı.
“Suç” listesi kabarıktı:
İstiklal Harbi’nin pek çok başka önde gelen ismiyle birlikte meclis başkanı ve bakanların meclis tarafından seçildiği, gensoruyla düşürülebildiği, “mevcut bütün cumhuriyet modellerinden daha demokratik olduğunu” düşündüğü Meclis hükümeti modelini savunmuş, Cumhuriyet’in ilanıyla Meclis’in yetkililerinin Cumhurbaşkanı’na devredilmesini diktatörlüğe doğru atılmış bir adım olarak eleştirmişti.
Kendi aracılığıyla Hindistanlı Müslümanların İstiklal Harbi’ne gönderdiği 100 bin doları Atatürk’ün saklayıp, İş Bankası’nın kuruluşu için kullanmasına itiraz etmiş, bu Atatürk’ün kulağına da gitmişti.
Tek parti yönetimi adımlarına karşı İstiklal Harbi’nin komutanları Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Refet Bele ve eşi Adnan Adıvar’ın kurucusu olduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yani İlerici Cumhuriyet Fırkası’nın isim annesiydi, partinin “Hürriyetperverlik, halkın hakimiyeti fırkamızın esas mesleğidir” diye başlayan parti programının yazımına katkı yapmıştı. Bu yüzden CHP’li gazeteler onu hedefe koymuştu.
Ve henüz rejimin sıcak bakmadığı kadınların seçme ve seçilme hakkını, Kadınlar Halk Fırkası girişimini, Türk Kadınlar Birliği’nin mücadelesini desteklemişti. Türk Kadınlar Birliği İstanbul’da boşalan bir mebusluk için onu aday göstermişti.
Bu büyük “suç”ları yüzünden Atatürk’le ve rejimle arası açılmış, Takrir-i Sükun Kanunu’nun Meclis’ten geçmesinden hemen sonra benzer suçları işlemiş eşiyle birlikte tedavi için Avusturya’ya gidip Viyana’da bir pansiyona yerleşmişlerdi.
Aslında kaçıp kurtulmuşlardı demek daha doğru.
Çünkü onların ülkeden ayrılmasından sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın genel merkezi basıldı, bir kaç ay sonra da irticaya destek suçlamasıyla parti kapatıldı.
Bir yıl sonra Adnan Adıvar; Kazım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy), Rauf (Orbay) ve Refet (Bele) Paşalarla ile birlikte İzmir Suikastı davasında sanık oldu ve gıyabında idamla yargılandı.
Takrir-i Sükun yasasıyla gazeteler kapatıldı. Devrin en meşhur gazetecilerinden Hüseyin Cahit (Yalçın), gazetesi Tanin’de Terakkiperver Fırka’daki polis aramasını “Baskın” diye verdiği için İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı, Çorum’a sürgüne gönderildi.
Ahmet Emin (Yalman), Ziyad Ebüzziya gibi basının önemi isimleri ise Şark İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmak üzere elleri ve ayakları kelepçeli olarak Diyarbakır’a gönderildi.
Yalman, mahkeme başkanının tavsiyesi üzerine Atatürk’e hitaben yazdığı ve “Bir daha gazetecilik yapmayacağı”na söz verdiği bir özür mektubuyla ceza almaktan kurtuldu. Sözünü tutup 1937’ye kadar araba lastiği sattı, reklam metni yazdı.
Halide Edip’in ise yurtdışında geçen kayıp 14 yılı Türkiye’de hala çok az bilinir.
Eğer İpek Çalışlar, “Halide” adlı olağanüstü biyografiyi yazmasaydı, Halide Edip ile ilgili bilgilerimiz romanları ve Nutuk’taki mandacılık suçlamasından ibaret kalacaktı.
Avusturya, İngiltere, ABD, Hindistan ve Fransa’ya giden üniversitelerde dersler, konferanslar veren Halide Edip ve Adnan Bey Türkiye’de olan bitenleri ve ülkede kalan dostlarının başlarına gelenleri acıyla izlemişlerdi.
Halide Edip, yaşananları Fransız Devrimi’nin ardından başlayan “Terör dönemi”ne benzetiyordu.
Şapka Devrimi gibi imaj devrimleri için bir mektubunda “Türkiye’nin yoksul ve onurlu köylülerini şapka denilen garip baş kıyafetiyle palyaçoya döndürdükten sonra...uygarlaşmak için bütün ihtiyaçları yerine geldiğine göre okulları da gereksiz diye kapatabilir” diye yazmıştı.
En çok da Adnan Bey’in (Adıvar) de idamla yargılanıp beraat ettiği İzmir Suikastı davasında yaşananlara, işkencelere ve idamlara karşı üzgün ve öfkeliydi:
“Cavid beyin karısı delirmiş. Haflarca kendisini mahvetmemesi için sürekli müdahale edilmiş. Bebesi ondan alınıp bakılmak üzere kocası şehit bir kadına verilmiş... Hiç kimseye ailesinin bir üyesini görme fırsatı verilmemiş. Abidin’in annesi, İzmir’de darağacının ayağında düşüp ölmüş. Tatlı, iyi ve tamamen suçsuz bir gencin tatlı ve iyi annesi.”
Atatürk, Halide Edip’ten intikamını 1927’de Nutuk’ta Halide Edip’in adını bugün bile mandacıya çıkaran 1919 tarihli mektuba yer vererek aldı.
Bu suçlamaya Halide Edip, The Times’dan cevap verdi ve o günlerde Wilson Prensipleri’ne Atatürk’ün de ehven-i şer olarak baktığını ve karşı çıkmadığını hatırlattı ama bu hatırlatmasının hakkındaki kara propagandayı bitirmeyeceğini bilecek kadar gerçekçiydi:
“Ancak Mustafa Kemal Paşa, tarihe ve siyasi olaylara istediği rengi verecek konumda olduğu için, Türkiye’den iddiasını düzeltecek bir ses çıkmayacaktır...Tarihi hem biçimleyen hem de onu yazmak isteyen büyük adamlara Lincoln’e atfedilen “Halkın bir kısmını her zaman, halkın hepsini bazen ama halkın tamamını her zaman aldatamazsınız” sözünü anımsatırım.”
Nutuk’a esas cevabını, 1928 yılında yazdığı The Turkish Ordeal’i yazarak anlattı. Atatürk’ün Nutuk’undan sonra İstiklal Harbi üzerine hatıralarını yazan ikinci kişi Halide Edip olmuştu.
Türkçe’ye yıllar sonra “Türk’ün Ateşle İmtihanı” adında sansürlenmiş versiyonları çevrilen hatıratta Mustafa Kemal, “Kalpsiz, acımasız, ihtiraslı, diktatör eğilimli” bir karakter olarak sert sözlerle eleştiriliyordu.
ABD ve İngiltere’de basılan ve çok ilgi gören hatırat Türkiye’de Halide Edip’in yerden yere vurulmasına neden olmuştu.
O devrin yandaş medyası Halide Edip’e belaltı hakaretlerle saldırmakta birbiriyle yarıştı.
“Siperlerde askerlerle yattığı”, “babasının Yahudi olduğu o yüzden ona Halide Mişon demek gerektiği”, “yarı kadın yarı erkek acayip bir mahluk” olduğu, “ne kadın ne de erkeklik hislerinin tatminiyle kanaat edemeyen erkek-kadını kayıtsızlığın çıldırttığı” yazıldı.
14 yıl yurtdışında itibarlı bir Türk muhalif olarak yaşadı.
Adnan Adıvar’la birlikte en son Paris’in kenar semtinde bir eve yerleştiler.
1938 yılının kasım ayında kapılarını eski dostları Ahmet Emin çaldı.
Ahmet Emin, 1937’de Atatürk’ün affıyla yeniden gazetecilik yapmaya başlamıştı.
Ama 1938 yılında Tan gazetesinde Atatürk’ün hastalığındaki gelişmelerin gün gün açıklanmasını isteyen bir yazı yazınca, bir anda tekrar hedefe konmuş, dostu Başbakan Celal Bayar’ın yardımıyla bir görevle yurtdışına çıkabilmişti.
Haberi ondan duydular: Atatürk hayatını kaybetmişti. Yerine Atatürk’ün ölmeden önce tasfiye ettiği İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olmuştu.
Atatürk’ün ölüm haberine çok üzüldüler ama bu aynı zamanda onlar için Türkiye’ye dönme şansı demekti.
Dört ay sonra Mart 1939’da önce Halide Edip İstanbul’a döndü.
Ardından da Adnan Bey.
Yeni Milli Şef İnönü, Atatürk devrinde hırpalanan, dışlanan isimlere bir nevi af çıkarmıştı.
Kitapları toplatılıp yakılan, peşinde hafiyelerle yaşayan Kazım Karabekir, 1938’deki ara seçimde mebus seçildi. İstiklal Mahkemeleri’nde idamdan sonra anda ordunun bastırmasıyla kurtulmuş Ali Fuat Cebesoy ve Fethi Okyar kabineye girdi. İzmir Suikastı davasında 10 yıl hapis cezası alınca 1935’e kadar yurtdışından dönmeyen ve döndükten sonra da peşinde hafiyelerle yaşayan Rauf Orbay mebus oldu.
İnönü görüştüğü kişilerden sadece bir söz alıyordu: Atatürk ve devrini eleştirmeyin.
Kazım Karabekir bu sözü tutmayıp verdiği röportajda “Dipdiri mezara gömülmek istenen memleket çocukları olduğunu” söyleyince tepkiler yükselmişti.
Adnan Adıvar’ı CHP’ye davet eden İnönü, Halide Edip’e ise mebusluk değil, İstanbul Üniversitesi’nde hocalık teklif etti.
Bu teklif üzerine Halide Edip üniversitenin İngiliz Filolojisi bölümünü kurdu.
1940 yılında da profesörlükteki ilk dersini vermek için kürsüye çıktı.
Yıllar sonra onu görmek isteyenler salonu tıklım tıklım doldurmuştu.
Sadece liberal Halide Edip değil, Türk milliyetçisi tarihçi Prof. Zeki Velidi de ancak Atatürk’ün ölümünden sonra ülkeye ve üniversiteye geri dönebilmişti.
Onun suçu 1932 yılında Türk Tarih Kongresi’nde görücüye çıkan Atatürk’ün Türk Tarih Tezi’ne itiraz etmekti. İtirazı Türklerin kuraklık yüzünden değil, nüfus artışı savaşlar gibi başka sebepler yüzünden Orta Asya’dan göç ettiklerini söylemesiydi.
Dünyanın iyi üniversitelerinde yetişmiş bir Türkolog olan Zeki Velidi, kongrede önce tıp doktoru Reşid Galip’in hücumuna uğramış, ertesi günlerde gazetelerde “vatana ihanet”le suçlanmış. Darülfunun’dan istifa ederek yurtdışına gitmiş ve ancak 1939’da geri dönebilmişti.
Yeni kurulan Türk cumhuriyetine destek için Sorbonne’u bırakıp Ankara’ya gelmiş idealist milliyetçi bir profesör olan Sadri Maksudi için de affın yolu ancak 1940’da açıldı.
Onun suçu da 1937’de Denizbank kurulurken Meclis’te “Denizbank Türkçe değil, Deniz Bankası olmalı” diye itiraz etmekti. Bankanın isim babasının Atatürk olduğunu bilmeden...
O gece Atatürk gece yarısı radyoyu açtırıp, sofrasındaki mebus ve gazetecileri radyoya göndermiş ve sabaha kadar Sadri Maksudi ve tezi aleyhine radyoda yayın yapılmıştı. Ertesi gün de gazeteler yaşlı profesörü cehaletle suçlamıştı.
Onların affedildiği ve geri dönebildiği Türkiye bir cennet de değildi.
Nazım Hikmet ve Kemal Tahir kitapları ve fikirleri yüzünden düzmece davalarla hapisteydi. Atatürk’ü eleştiren bir şiir yüzünden mesleğini kaybeden ve hapse giren Sabahattin Ali, sık sık hapse girip çıkıyordu. Dersim Katliamı üzerinden ise sadece bir yıl geçmişti.
Bütün yaşananlar ve dertler ne kadar da tanıdık.
Ama bugün bütün bunları hatırlatmak artık ağızlarda kekremsi bir tat bırakıyor.
Bugünün otoriterliğinin dertlerinden o kadar mustaribiz ki geçmişin otoriterliklerinin, özellikle de Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının eleştirilmesi artık hiç “cool” değil.
İktidar da bu eleştirileri çok hoyratça kullandığı için artık “tek parti devri” demek bile çok demode.
Hatta bu eleştirileri yapanlar, yakın zamanlarda başlayan post-Kemalist tartışmalarında bugünlere yol açmakla, Cumhuriyet değerlerine fazla yüklenip, İslamcıları şımartmakla bile suçlanıyor.
Nasıl olsa AK Parti iktidarı yolun sonunda bir otoriterliğe çıktığı için zaten en baştan bu “İslamcılara aman verilmemesi”ni savunanlar haklı çıktıklarını düşünüyorlar.
Onlara 10 yıl önce “yetmez ama evet” demiş olmak bile bugün sopayla kovalanma nedeni.
Post-Kemalist eleştiriler Cumhuriyet devrine anakronik olarak bakmakla suçlanırken, bu eleştiriyi yapanlar AK Parti iktidarının son yıllarına bakarak 20 yılı hakkında anakronik değerlendirmeler yapmaktan geri durmuyor.
“İslamcılar öz olarak kötüdür” fikrini savunanlar, olan biten hakkında öngörülü muamelesi görüyor.
Aslında bu eleştiriler bugünün siyasi öfkelerini fırsata çevirerek, cumhuriyetin kuruluş yıllarına ilişkin anakronik bir revizyon ve iade-i itibar talebi.
Post-Kemalist tarihçilik eleştirisi aslında neo-Kemalist bir hesaplaşma isteği.
O yüzden akademik eleştirilerin bile fonunda nostaljik ve öfkeli “ikinci cumhuriyetçiler”, “liboşlar” sesleri duyuluyor.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarına bakarken laiklik, uluslaşma ve modernleşme için atılmış ve sonuçları hayırlı olmuş zorunlu adımların görülmesini ama mesela Halide Ediplerin görülmemesini istiyorlar.
“O günün şartları böyleydi”, “dünyada başka ülkelerde de böyle oldu”, “başka türlüsü mümkün değildi” diyerek olan biten her şeyi meşrulaştırabileceklerini düşünüyorlar.
Halbuki Halide Edip ve kuşağının başına gelenler o günün şartları ile açıklanamaz.
Hiçbiri “bölücü” ya da “gerici” değildi.
En az Atatürk kadar batıcı ve laiktiler.
Vatanseverliklerinden kimsenin şüphesi yoktu.
Suçları siyaset yapmak, konuşmak, yazmaktan ibaretti.
Bugün şikayet ettiğimiz sorunların benzerlerinden şikayetçiydiler.
İstedikleri bugün istediklerimizden farksızdı.
Yaşadıkları bugün yaşananlara benzerdi.
Çektikleri acılar da anakronik değil, evrensel ve zaman üstü acılardı.
İktidarın tek bir kişide toplanmasına itiraz etmişler, hukukun siyasi tasfiye için kullanıldığı mahkemelerle zulme uğramışlar, bazıları yurtdışına kaçmak zorunda kalmış, kalanlar sürgün edilmiş, susturulmuş, kitapları yakılmış, sessizliğe mahkum edilmişler, peşlerine hafiyeler takılmıştı.
Eğer Türkiye, Afganistan olsaydı, geçmişe baktığımızda bütün bunları zorunlu bir laiklik ve modernleşme için atılmış otoriter adımlar olarak görüp, olan biteni meşrulaştırabilirdik.
Ama Türkiye, Afganistan değil. 150 yıllık bir parlamento tarihi, 115 yıllık bir çok partili hayat tecrübesi, 70 yıllık bir parlamenter demokrasisi olan bir ülke.
Halide Edip ve kuşağı da hukuk, ifade özgürlüğü, demokrasi, adil yargılanma istemiş insanlardı, tek suçları iktidarın otoriterleşmesine, tek elde toplanmasına karşı çıkmaktı.
Üstelik sadece modernleşmeyle, uluslaşmayla sorunu olmayanların başına gelenlerden bahsettik.
Bunlara itiraz eden dindarlara, Kürtlere, gayri-müslimlere yapılan baskılar, katliamlar sayfasını açmadık bile.
O yüzden bugünün otoriterliğine bakıp, “cumhuriyetin kurucu değerleri”nden ve kurucu hikayesinden bugünün esas acil ve yakıcı meselelerine bir çare bulamayız.
Tam tersine karşımıza kötü örneklikler hatta bugün olan biteni meşrulaştıracak argümanlar çıkar.
Ancak Atatürk’ün vefatından sonra Türkiye’ye dönebilen Halide Edip’in hayatı bile post-Kemalist eleştirileri karikatürize edenleri, kurucu idealleri allayıp pullayıp ortaya bir neo-Kemalizm çıkarmaya çalışanları mahcup etmeye yeter.
Bugünün yakıcı güneşiyle dünün çamaşırları kurutulmaz.
Bugünün öfkesiyle de geçmişten bir demokratik cumhuriyet ütopyası çıkarılamaz.
Atatürk’ü ve cumhuriyetin kurucu hikayesini bir kez daha bugüne taşımaya zorlamak sadece onların üzerine taşıyamayacakları bir yük bindirmeye neden olur.
Bunu en son Kenan Evren yapmıştı. Onun daha demokratik bir versiyonunun akıbeti de farklı olmaz.
100 yıl sonra artık Atatürk’ü bu ağır yüklerden kurtarıp, bugün hamaseti yapılan cephelerde bizzat savaşmış, bu ülkenin kurucu lideri koltuğunda huzur içinde rahat bırakmak gerek.
(Bu yazıdaki Halide Edip ile ilgili alıntılar için bknz. İpek Çalışlar, Halide Edib: Biyografisine Sığmayan Kadın, Everest)