“Demokrasi havariliği” suçlaması aslında neyi teşhir ediyor?
Avustralyalı askeri hakim tümgeneral Paul Brereton, 2019 yılının Temmuz ayında Afganistan’ın başkenti Kabil’e indiğinde, seyahatinin amacını Kabil’deki Avusturalya Elçiliği ve Avustralya Savunma Bakanlığı’ndan bir kaç kişi dışında kimse bilmiyordu.
Babası da 2. Dünya Savaşı’nda yenilen Japon askerlerini, işledikleri katliam ve tecavüz suçları için yargılamış askeri mahkemenin hakimlerinden biri olan Brereton, Avustralya ordusu (ADF) adına 2016 yılından beri yürüttüğü gizli bir soruşturma için buradaydı.
Avusturalya, ABD’nin Afganistan işgaline 2001 yılında katılmış, 2015 yılına kadar askerleri Afganistan’da savaşmış, bu 14 yıl boyunca 41 Avustralyalı asker Afganistan’da öldürülmüştü.
Bu çok fazla savaş tecrübesi olmayan bir ülke için büyük bir kayıp. Zaten Afganistan savaşı da Avustralya’da “en uzun savaş” olarak anılıyor.
Bu savaşın ön cephesinde Avustralya ordusunun özel kuvvetleri olan SAS (Special Air Service) birlikleri ve komando birlikleri vardı.
Askeri hakim Brereton’un soruşturduğu iddiaların merkezinde de ülkenin en elit bu iki özel askeri birliği bulunuyordu.
İddialar ilk olarak 2015 yılında bir akademik çalışmayla ortaya çıkmıştı. Özel kuvvetler ile komando birlikleri arasındaki sürtüşmeler üzerine Avustralya ordusu, sosyolog Dr. Samantha Crompvoets’den bir rapor istemişti.
Her iki birlikten askerlerle konuşmaya başlayan sosyolog Crompvoets, Afganistan’da yaşanan savaş suçlarıyla ilgili dehşet verici itiraflarla karşılaştı.
Yolda Taliban militanı diye durdurulup öldürülen 14 yaşında çocuklar, verilen askeri kayıplardan sonra teröristleri barındırıyor diye etrafı sarılan köylerde sorguya alınıp başından vurulan, boğazı kesilen köylüler...
2016 yılında bu beklenmedik itirafları rapor haline getirip gizli bir mektupla, bizzat tanıştığı Avustralya Genelkurmay Başkanı Angus Campbell’a gönderdi.
Rapordaki iddialar üzerine Genelkurmay Başkanı Campbell, soruşturma talimatı verdi.
Bu soruşturma için de 63 yaşındaki tecrübeli askeri yargıç tümgeneral Brereton görevlendirildi.
Soruşturma gizli olarak yürütüldü.
Ama ilk bilgiler 2017 yılında bir kitapta yayınlandı.
Kitapta, 2012 yılında üç Avustralyalı askerin öldürüldüğü bir Taliban saldırısının ardından saldırganları aramak için bir Afgan köyünü basan SAS birliklerinin, gözaltına alıp sorguladığı 50 kişiden Ali Can adlı bir köylüyü, elleri arkadan bağlı olarak önce bir uçurumdan atması, ardından başından vurarak öldürmesi anlatılıyordu.
Kitaptaki itirafçı askerin anlatımına göre Afgan köylüyü uçurumdan atan, Avustralya’nın en ünlü ve itibarlı subaylarından biri olan eski SAS komutanı Ben Roberts- Smith’ti.
2013 yılında ordudan ayrıldıktan sonra iş hayatına giren ve başarılı bir işadamı olan Roberts- Smith iddialara karşı avukatlar tutarak kendini savunmaya çalıştı, özellikle sağ siyasetçiler ve medyadan destek gördü.
Aynı yıl soruşturmada elde edilen bazı bulgular, İngiliz ordusunda görev yapmış eski bir subay olan ve Avustralya ordusunda avukatlık yapan David McBride tarafından Avusturya devlet kanalı ABC’ye sızdırıldı.
Türkiye’de tahayyül bile edemeyeceğimiz bir refleksle, ABC Avustralyalı askerlerin Afganistan’da aralarında çocukların da olduğu sivilleri öldürdüğünü gösteren bu resmi belgeleri “Afgan Files” adı altında yayınladı.
McBride hakkında gizli belgeleri elde etmek ve dışarıya sızdırmak iddiasıyla soruşturma başlatıldı (ama tutuklanmadı.)
Üç yıl sonra bu kez Avustralya’da yaşanmış olmasını tahayyül edemeyeceğimiz bir şey oldu ve polis kamu yayıncısı ABC’yi basarak, bu gizli belgeleri bulmak için arama yaptı.
Baskın Avustralya’yı ayağa kaldırdı. ABC belgeleri vermeyeceğini açıkladı, iktidara yeni gelmiş muhafazakar partili İçişleri Bakanı baskının talimatını kendisinin vermediğini söylemek zorunda kaldı. Ülke medyası ve BBC baskını kınayan açıklamalar yaptılar.
Artık yargıç Brereton’un soruşturması açığa çıkmıştı, Avustralya kamuoyunda tartışmalar başladı.
Çünkü söz konusu olan Avustralyalıların toz kondurmadığı, ülkenin en prestijli kurumlarından biri olan ordunun itibarıydı.
İngilizlerle gittikleri savaşlarda hep siper kazdıkları için Diggers (kazıcılar) olarak anılan askerler, Avustralya milli kimliğinin kurucu figürüydü.
Avustralya milli tarihi, Çanakkale’ye savaşmak üzere giden Anzak (Australian and New Zealand Army Corps’un kısaltılması) askerlerinin İngiliz komutanlar tarafından kayalık bir bölgeye çıkarılmalarıyla verdikleri kayıplar ve kahramanlık hikayeleri üzerine inşa edilmişti.
Bu “efsanevi” hikayenin kirlenmemesini isteyenler seslerini yükseltmeye başladılar.
Eski Başbakan Tony Abbott, Afganistan’a binlerce askerini göndermiş, 41 kayıp vermiş Avustralya ordusunun, Taliban gibi bir güçle savaşırken “savaşın belirsizliği ve acımasızlığı” sırasında yaşananlar yüzünden yıpratılmaması gerektiğini söyledi, askerler hakkında hemen hüküm verilmemesini istedi.
Eski Savunma Bakanı, ülkede askerliğin, vatanseverliğin ve kahramanlığın simgelerinden biri haline gelmiş, ülkenin en büyük madalyası Victoria Haçı’nı taşıyan eski SAS komutanı Roberts-Smith’e kefil oldu.
Eski ve muvazzaf özel kuvvetlerden askerlerin, soruşturmaya karşı aralarında örgütlenip, yargıç Brereton’u itibarsızlaştırmak için PR çalışmaları yaptığı daha sonra ortaya çıktı.
Ama yargıç Brereton hakkındaki iddialara hiç cevap vermedi, soruşturmasını dört yıl boyunca gizlilik içinde sürdürdü ve ortaya geçen ay yayınlanan 465 sayfalık rapor çıktı.
Yargıç Brereton’ın 2019 yılı yazındaki Afganistan seyahatinde ne yaptığı da raporla birlikte anlaşıldı.
Bu seyahat sırasında Afgan köylerine gitmiş, 55 farklı iddiayla ilgili 400’ün üzerinde Afgan köylüsünün tanık olarak ifadesini almıştı.
Rapordaki 423 tanık arasında itirafçı SAS askerleri ve komandolar da vardı.
20 bin belge, 25 bin fotoğrafın bulunduğu 465 sayfalık raporda 2005-2015 yılları arasında Avustralya özel kuvvetlerinin Afganistan’da karıştığı 55 farklı olay araştırılmıştı.
Rapor, 2009-2013 yılları arasında, Avustralya’nın özel kuvvetleri SAS birliği ve komando birliğinde halen görevli veya emekli olmuş 19 askeri, 39 Afgan mahkum ve çiftçiyi keyfi olarak öldürmekle suçluyordu.
Bunlar iddiaların, ispatlanmış ve delillendirilmiş olanlarıydı.
Cinayetlerin çoğunluğunun nedeni ise şok ediciydi.
Afganistan’a yeni gelen genç SAS askerlerinin ve komandoların acemiliklerini atmaları ve ilk öldürme deneyimlerini yaşamaları için komutanları onlara bu mahkum ve köylüleri öldürtmüştü. Hatta bu “blooding” adı verilen bir geleneğe dönmüştü.
Cinayetleri terör saldırısı gibi gösterip örtbas etmek için cesetlerin yakınlarına, Avustralya ordusunun envanterinde kayıtlı olmayan silahlar yerleştirilmişti.
Savcı Brereton raporunda bu canilikleri ayrıntılarıyla anlattı ve bunlar için “savaş suçu” dedi.
Rapor, okuyup bitirdiğinde Avustralya Savunma Bakanı’nı bile fiziksel olarak hasta edecek kadar şok edici ayrıntılarla doluydu.
Boğaz kesme, işkence, üzerine oturup nefessiz bırakma, bu savaş suçları işlenirken kullanılan ırkçı ya da heavy metal sembolleriyle tam olarak bir delirmişlik halini gösteriyordu.
Bu haliyle raporu yayınlamak, dünyada ABD ordusunun yine ABD medyası tarafından oryaya çıkarılan Vietnam’daki My Lai katliamı ya da Ebu Gureyb cezaevinde yaşanan işkenceler gibi bir etki bırakacak, Avustralya ordusunun itibarını yerle bir edecekti.
Ama iktidarda sağ ve milliyetçi bir koalisyon olmasına rağmen rapor isimler ve fotoğraflar sansürlenerek internette yayınlandı.
Bunla yetinilmedi, Avustralya Genelkurmay Başkanı General Angus Campbell, kameraların karşısına geçti ve bizzat raporun içeriğini anlattı.
Savaş suçlarına karşı ileri sürülen mazeretlerin geçersiz olduğunu, askerlerin bu çiftçi ve mahkumlardan "kendilerince intikam aldıklarına" dair endişe verici kanıtlar olduğunu söyledi.
Ve sonra kendi ordusuyla ilgili sert konuştu:
"Rapor, mevcut çarpık kültürün; askeri mükemmelliyetçiliği, ego ve yetki ile birleştirmeye çalışan bazı deneyimli, karizmatik ve nüfuzlu subaylar tarafından benimsendiğini ve güçlendirildiğini ortaya çıkarıyor. Ayrıca, bu askerlerin himaye edildikleri de anlaşılıyor."
Raporun yayınlanmasıyla Avustralya Başbakanı Morrison, Afganistan Cumhurbaşkanı’mı arayarak derin üzüntülerini bildirdi ve resmen özür diledi.
İddialarda adı geçen muvazzaf askerler ordudan atıldı, bütün askerler hakkında hukuki soruşturma açıldı. Yargılamanın daha uzun yıllar sürebileceği ama suçlu bulunurlarsa Avustralya hukukuna göre 17 yıla kadar hapis cezası alabilecekleri söyleniyor.
Bu korkunç savaş suçu beklendiği gibi bütün dünyada tepkiyle karşılandı, bu olay Avustralya ordusunun tarihine silinmez kara bir leke olarak işlendi.
Bu lekeyi kendi ordusuna doğrudan Avustralya hükümeti ve Genelkurmay’ı sürmüş oldu.
İşte Türkiye’de bu ve benzeri hikayelerin en anlaşılmayan tarafına geldik.
Bu haber Türkiye’de de medyada geniş olarak yer aldı, iktidar sözcüleri ve yorumcular tarafından haklı olarak lanetlendi.
Bu lanetlemeler sırasında “Batı’nın gerçek yüzü”, “işte demokrasi havarileri” gibi genellemeler zevkle kullanıldı.
Ama bu suçu yine Avustralya ordusunun kendisinin soruşturduğu, ortaya çıkardığı ve açıkladığı, iddiaları gazetelerinin, televizyonlarının yazdığı, böyle bir olayın ancak gerçek bir hukuk devletinde, kuvvetler ayrılığında ve bir demokraside mümkün olabileceği gibi ayrıntılara takılmadılar.
Tabii bu bir ihmal değil, bir tercih.
Batı derken bunun içine hem işkenceyle cinayet işleyen özel kuvvetlerden askerlerin hem de bunu soruşturanların, haberlerini yapan gazetecilerin, buna tepki gösteren geniş bir kamuoyunun girdiği öyle üzerinden kolayca atlanılabilecek bir ayrıntı değil.
Üstelik başka bir ülkedeki iktidarın, kendi ordusunun üzerine kara leke sürmek pahasına soruşturup, açıkladığı katliamla parmakları doğrudan “Batı medeniyeti”ne uzatanlar, bunun yakınına dahi yaklaşacak bir soruşturma ve teşhirin Türkiye’de ya hayal bile edilemeyeceğini ya da bedelinin müebbet hapislik bir suç olduğunu unutmuş da olamaz.
Daha 1915 için bile askeri arşivlerini açamamış, 1938’de Dersim’de yaşananlarla bile yüzleşememiş, 1994’de kendi vatandaşlarının yaşadığı köyleri jetlerle bombalayıp, 39 insanın ölümüne neden olduğu 26 yıl sonra ancak bir AİHM kararıyla ortaya çıkabilmiş, 2011’deki Uludere Katliamı için tek bir kişinin, tek bir rütbesinin dahi sökülmediği bir ülkede yaşarken başkasının savaş suçuna bu kadar hararetle parmak uzatmak için ya ülkende yaşanan suçlarla ilgili de devletin pozisyonu dışında bir yerde duruyor olman ya da utanma hissini kaybetmiş olman gerekir.
Genelde başka ülkelerdeki insan hakları ihlalleri karşısında en hararetli kınamalara girişenler ikinciler oluyor.
Zaten, devlet sırrını açıkladı diye gazetecilerin en ağır hapis cezalarını aldığı, linç edildiği bir ülkede yaşarken, Avustralya devlet kanalı ABC’nin, kendi ordusunun savaş suçlarını açıklayan belgeleri yayınladığı için aranmasını basın özgürlüğü ihlali diye kınamak başka türlü mümkün olamaz.
Tabii bunu yaparken onları esas heyecanlandıran basın özgürlüğü ya da insan haklarının ihlal edilmesi değil, basın özgürlüğü, insan hakları devletlerin elinin kiri.
Onları esas heyecanlandıran Batı’da yaşanan kötülükleri Batı’nın topyekûn kötülüğüne, bizim ise topyekün iyiliğimize delil göstermek, demokrasi, insan hakları gibi değerlerin içinin boş olduğunu ispatlamak ve böylece içerideki hak ihlallerini, “bunlar Batı’da da oluyor” parantezine sokup meşrulaştırmak...
En son Fransa’da Macron hükümetinin Meclis’ten geçirdiği, polislerin görüntülerinin çekilip, yayınlanmasını yasaklayan, para ve hapis cezaları getiren yasa tasarısını, Fransız polisinin artan şiddet vakalarını da aynı saklayamadıkları kaygılarla haberleştiriyorlar.
Fransa’da Meclis’ten yeni geçirilen yasayla iktidara verilen yetkinin, Türkiye’de yıllardır zaten polis şiddetini görüntüleyen gazetecilerin ellerinden fotoğraf makinelerini zorla almak, evlerini basmak gibi yöntemlerle uygulandığının, olmadı Terörle Mücadele Yasası’ndaki “açık kimliklerini yayınlamak suretiyle terör örgütüne hedef göstermek” suçuna sokulup gazetecilere hapis cezaları verildiğinin örnekleri bir Google mesafesinde.
Aynı yasada yer alan ve Fransa’yı ayağa kaldıran polislerin gösterileri drone ile izlemesi gibi uygulamalar için bizde ayrıca kanuna bile gerek yok. Böyle bir yasayla basın özgürlüğünün riske girmesine ve polis şiddetine karşı sokaklara dökülecek 100 bin vatandaş da...
Avustralya’ya ve Fransa’ya bakarken bir miktar mahcubiyet duyabilmek için, daha geçen hafta bir mitinge girerken vurulan bir gencin davasında beraat kararı çıktığını, daha bir ay önce köylerinden helikopterle gözaltına alınıp gözlerini yoğun bakımda açmış, biri uğradığı işkence sonucu hayatını kaybetmiş 70’li yaşlarında iki köylü için henüz bir soruşturmanın dahi açılamadığını, bunu ilk haberleştiren dört gazetecinin ise hapiste olduğunu, İçişleri Bakanı’nın daha geçen hafta, hayatını kaybetmiş köylü için işbirlikçi dediğini hiç unutmamak gerekir.
Kendi ülkelerindeki insan hakları ihlalleriyle ilgili tek kelime edemeyenlerin başka ülkelerin insan hakları ihlalleri karşısında kapıldıkları hiddetin ikiyüzlülük olduğunu da...
Batı’da da Doğu’da da devletlerin suçlar işleyebileceğini, insan hakları ihlallerine imza atabileceğini ama hem Batı’da hem de Doğu’da bunlara karşı çıkan, bunlarla mücadele eden kurumların, insanların olduğu gibi yalın bir hakikati kabul etmek kolay değil.
Batı’daki insan hakları ihlalleri karşısında “insan hakları ve demokrasi havarisi” kesilirken, kendi ülkesindeki haksızlıkları eleştiren, sorgulayan, “insan hakları ve demokrasi havarileri”ni ihbar eden Yehuda’ya dönüşenler için fazla karmaşık bir dünya bu.
“İşte demokrasi ve insan hakları havalarilerinin gerçek yüzü” diye heyecanla parmaklarını uzatırken neyi teşhir ettiklerini de o yüzden fark edemiyorlar...