Yoksul bir semtin tepesinde yükselen ibretlik bir şato: Bulgur Palas
İstanbul’un yedinci tepesi kabul edilen Fatih Kocamustafapaşa’da civardan geçen herkesin gözüne muhakkak çarpmış olan görkemli, kuleli metruk köşk, yani Bulgur Palas, 2022 yılında son sahibi Garanti Bankası tarafından satılığa çıkarıldı, İBB tarafından satın alındı, restore edildi ve geçen hafta çok güzel bir kültür merkezi, kütüphane, cafe olarak açıldı.
Peki, İstanbul’un her devir mütevazi, yoksul kalmış bu semtinde bu Avrupai şatonun ne işi vardı?
İstanbul’daki saraya karşı hürriyet ateşiyle Makedonya’nın Ohri Dağları’na çıkan bir idealist kolağasının, İstanbul’un yedi tepesinden birine bir saray inşa ettirmesiyle biten ibretlik hikaye 1878 yılında Bolu’da başlıyor.
Bolu’dan kalkıp İstanbul’daki Harbiye Mektebi’ni topçu subayı olarak bitiren Mehmet Habib Bey, kolağası rütbesiyle Manastır’a tayin olur.
Buradaki askeri okulda İnşaatı Askeriyye Öğretmenliği yapar.
Onun Manastır’da olduğu 1900’lerin başında o yılların genç subayları Enver Paşa ve Kazım Karabekir de Manastır’dadır.
Kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşecek, II. Abdülhamit karşıtı Selanik merkezli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni gizli gizli örgütlemektedirler.
Kazım Bey, Enver Bey’e cemiyet için birliğindeki iki askeri önerir. O askerlerden biri kolağası Bolulu Habib Bey’dir.
Gizli yemini eder ve cemiyete girer.
İttihatçıların ilk ve en dar halkasındadır artık.
O kadar ki Resneli Niyazi, Manastır’da Abdülhamit’e karşı isyan bayrağını kaldırıp hürriyet için Ohri Dağları’na çıktığında mahiyetindeki genç subaylardan biri de Habib Bey’dir.
23 Temmuz’da Hürriyet’in İlanı’ndan sonra örgütlemesi için memleketi Bolu’ya gönderilir.
Bolu ve çevresinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kurar.
21 Ekim 1908’deki seçimlerde de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin adayı olarak Kastamonu Vilayeti’ne bağlı Bolu Sancağı’ndan Meclis-i Mebusan’a seçilir.
En yakın dostu bakanlık yapmış, 1914’de Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na sokan cihat fetvasının altında Şeyhülislam olarak imza atacak Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’dir.
31 Mart ayaklanması sırasında bütün İttihatçılar sağa sola kaçışırken, Mustafa Hayri Efendi ile birlikte Yeşilköy’’deki İngiliz Kulübü’ne sığınırlar.
Ayaklanma bastırılınca herkes eski pozisyonuna döner.
Ama 1912’de bu kez Halaskaran-ı Zabitan cuntasının muhtırasıyla Hürriyet ve İtilafçılar iktidara gelir.
İtilafçıların azılı düşmanlarından Habib Bey, kendini İttihatçıların önde gelen isimleriyle, bakanlarla birlikte hapiste bulur.
Koğuşta yakın dostu Mustafa Hayri Efendi ile birlikte Enver Paşa’nın sağ kolu Levazım Reisi Topal İsmail Hakkı Paşa da vardır.
Savaşta bir ayağından yaralandığı için topal olan İsmail Hakkı Paşa ile burada kurduğu dostluk, Babıali Baskını ile İttihatçılar iktidarı yeniden ele geçirince ona büyük bir zenginliğin kapısını açacaktır.
1913’den sonra İttihatçılar, Balkan Savaşları’nın, Arnavutluk isyanının da etkisiyle Türkçülük ve millileştirme politikalarına hız verir.
Bu politikalardan biri de Milli İktisat’tır.
Milli İktisat’ın hedefi kapitülasyonlar ile yabancı şirketlerin ve geleneksel olarak da Rum, Ermeni, Musevi, Levantenlerin elindeki sermayeyi ve ticareti Türkleştirmekti.
Bunun için görev verilen iki isim; Kara Kemal ve ordunun bütün alımlarını yapan Harbiye Nezareti Levazım Dairesi Başkanı Topal İsmail Hakkı Paşa’ydı.
Savaş yıllarıdır.
Demiryolları askeri sevkiyat için kullanılmaktadır.
Bu yüzden gıda sevkiyatı aksamaktadır. Kıtlıklar başlamıştır.
Almanlardan yeni vagonlar alınır.
Trenlerdeki bazı vagonlar emtia nakliyesine ayrılır.
Ayrılan vagonlarla halkın temel ihtiyaç kalemleri taşınmaya başlanır: Şeker, un, pamuk tütün, pirinç, bulgur…
Nakliyatta bir tekel oluşmuştur.
Vagonları tüccarlara kiralama işi ordunun yani Enver Paşa’nın yani Kara Kemal’in ve Topal İsmail Hakkı Paşa’nın elindedir.
“Vagon inhisarı” büyük bir ayrıcalık haline gelir.
Bu büyük fırsatı, fırsatçılar iyi değerlendirirler.
Cemiyete yakın isimlere vagonlar düşük kiralarla tahsis edilmeye başlanır. İltimas, rüşvet, gizli ortaklıklar alıp, başını yürür.
Vagonları kiralayanlar bütün ürünlerde fiyatı ve dağıtımı da kontrol etmeye başlamışlardır artık.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yakın askerler, küçük bürokratlar bir gecede servet sahibi olmaya başlar.
Bu sırada yeni iki yeni kelime daha dolaşıma girer: İhtikar ve muhtekir…
İhtikar yani karaborsadır.
Malları Anadolu’dan taşıyan, istifleyen, piyasaya yavaş yavaş salan vagon tüccarlarına ise “muhtekir” yani “vurguncu” denir.
Halk yokluk çekerken, en temel gıda ürünleri bulunmazken, çoğu devlet memuru olan muhtekirler, vagon tüccarları hızla zenginleşmektedir.
Meşhur “Harp zenginleri” ortaya çıkmıştır.
İltimas, rüşvet, ihtikar iddialarının merkezinde ise bir isim vardır: Topal İsmail Hakkı Paşa.
Ordunun bütün iaşesinden sorumlu, vagonları istediğine tahsis eden ve bütün bunlardan büyük bir servet sahibi olduğu iddia edilen paşa ile şikayetler ayyuka çıkar.
Talat Paşa bile şikayetleri Enver Paşa’ya bildirmiş ama Enver Paşa yakın adamını “o olmazsa ordu aç kalır” diyerek yedirmemiştir.
“Çalıyor ama çalışıyor” savunmasının belki de ilk örneğidir bu.
Topal İsmail Hakkı Beyin kötü şöhreti romanlara bile konu olur.
Ömer Seyfettin, 1919’da ittihatçılar devrildikten sonra yazdığı “Niçin Zengin Olmamış?” adlı hikayesinde doğrudan adını verecektir:
“Şemsi, ilk ayda, bana, anafordan üçbin lira kazandırdı. Doğrusu kendisine çok müteşekkirim. Beni adam etti. Un işi yapıyoruz. Zaten bundan kârlı bir şey yok. Biraz zahireye de karışıyoruz. Şeker filan kapatıyoruz. Dört ay evvel yazdıklarımı okurken gülümsedim. Vay anasını! O sefaletlere nasıl dayanmışım! Günde yarım liraya kapalı bir dershanede beş saat kafa patlatmak! Sonra bu derece sarih bir eşekliği fazilet zannetmek! Ben, çok şükür bu pîr aşkına sürünmek faziletini kaybettim. Vâkıa şimdi bulunduğum muhit biraz adi. Fakat katiyyen ukala değil… Herkesin emeli, felsefesi, arzusu bir: Para kazanmak!... Açıkgözlülük en büyük kuvvet… Ah şu muharebenin başında niçin elimden bir tutan olmadı? Biz hâlâ bugünün fakirleri sayılırız. Şimdi öyle adamlar var ki, son iki sene içinde on milyon lira kazanmışlar… Topal ile küçük bir ortaklık kâfi! Balkan trenleri, Anadolu hattı bir ay insan için çalışsa…”
Ortalık kurulan Topal, Topal İsmail Hakkı Bey’den başkası değildir.
Hüseyin Rahmi Gürpınar, “Hakka Sığındık”ta da mevzuya daha da açıkça girmiştir:
“Öyleleri var ki İstanbul’un en çukur, en havasız, en karanlık mahallelerinden, en adi evlerinden Taksim’in, Şişli’nin en âlâ, en mualla, en muhteşem kâşanelerine31 fırladılar… Zavallı gazeteci, sen bunlardan birinin Bahriye tayinatından her ay aldığı beş yüz çift ekmeği ne yaptığını düşünüyorsun… Bu kadar ekmeğe ne miktar katık lazım geleceğini hesaplasana… Belki yemiyor, satıyordu. O hâlde bu harp zamanının kepekli kuru ekmeğini irtikap eden bir doymak bilmezin hasebül-vazife elinden geçen bilyonlarla sarı liraların cazibeleri önünde çevirmeyeceği entrika mı tasavvur olunur? Afiyetle yesinler… Ah, sen hakikati bilsen vücudundaki kan tahammülünden fazla fayrap edilmiş bir makine gibi damarlarını patlatır… Biz canımızı aç kurtlara, peynir tulumlarını kedilere emanet etmiştik, şimdi neye çırpınıyoruz bilmem!..
Evet, Hacı Ferhat Efendi, yağmur yağarken küpünü doldurmuştu. Servet serveti cezbeder. Talih yardım etti. Zorbaların içinde kulaç attıkları yağma deryasından hanesine bir nehir akmaya başladı. İki kızı vardı, ikisini de birer zabite verdi. Damatlarından biri levazıma yerleşti. Öteki bilmem hangi komisyonda mühim bir mevki tuttu. Levazımdaki damadı kıymet ve kadir ve ehemmiyetçe Reis İsmail Hakkı Paşa’nın yalnız iki gözü değil, bir çift eli ve tek bacağının mütemmimi, müttekası, bastonu idi. Onun levazım umurundaki reviyeti, kârşinaslığı ve himmetiyle tek bacak Reis artık topallamıyor, sekmiyor, aksamıyordu. Paşadan himmet, damattan gayret öyle bir ticarete koyuldular ki milyonlar önlerinde taklak atıyordu. En büyük tüccarlar, Kamhiler filanlar yanlarında âciz birer gölge gibi kaldılar.”
Refik Halid, Peyami Safa, Hüseyin Cahit, Ahmet Emin’in yazılarında, hikayelerinde, romanlarında bir gecede zengin olan vagon tüccarlarının, muhtekirlerin, harb zenginlerinin hikayeleri anlatılır.
Enver Paşa’nın çok güvendiği, “onsuz ordu aç kalır” diye her fırsatta savunduğu İsmail Hakkı Paşa’nın el verdiği isimlerden biri de hapishane arkadaşı Bolulu Mehmet Habib Bey’dir.
Habib Bey önce ordu müteahhidi yapılmış, sonra ona da vagon kiralanmıştır.
Onun vagonla tüccarlığını yaptığı bir ürün daha sonra adıyla birlikte anılacaktır: Bulgur.
İlk lakabı “Bulgur Kralı Habib Bey” olur.
“Muhtekir” (vurguncu) sıfatıyla birlikte anılan isimlerden biridir.
Servetinin kaynağı ile ilgili iddialar muhteliftir. İttihatçıların gazetesi Tanin’in yazı işleri müdürü ve başyazarı Muhittin Birgen, servetini tehcire bağlar:
“Levazım Reisi İsmail Hakkı Paşa, Bolu Mebusu Habip e o zaman sekiz bin lira vermiş, bu parayla tehcir zamanına denk geldiği için yok pahasına sığır alınmış, böylece ilk sermaye oluşturulmuştu. İsmail Hakkı Paşa himayesinde yapılan işlerle büyümüş ve Bulgur Palas ın temelleri böyle atılmıştı.”
Habib Bey, eski bir asker ve mebus olarak hayat standardının çok üstünde sahip olduğu servetini herkesin gözüne sokmasıyla kötü şöhretini artırır.
Lüksü, ihtişamı, konforu sever.
Aile Baltalimanı’nda Reşat Paşa Yalısı’na yerleşmiştir.
Daha sonra borcu kapatmak için ailenin elden çıkarttığı, bugün yerine apartmanlar dikilmiş yalıdaki lüksü, halası bu yalıya gelin gitmiş, çocukluğunda yazlarını burada geçirmiş Ferda Kazancıbaşı anlatıyor:
“Daha önceleri Reşit paşa Yalısı olarak bilinen Bolu Mebusu Habib Bey Yalısı güney tarafından Balta Limanı Deresi’ne bitişik ve ön taraftan denize cephelidir. Horasan harçlı tuğla örmeli zemin katına bahçe tarafındaki servis kapısından girilmekte, yalının aşçıları, uşakları, dadıları ve Sudan kökenli Arap hizmetkârları burada ikamet etmektedir. Yalının dev avizeli ahşap birinci ve ikinci katlarının salonları, heykeller, vazolar ve antika eşyalarla donanımlıdır. Alt ve üst kat salonlarının her köşesinde siyah metalden eli mızraklı yüzü maskeli Avrupa’lı savaş askerlerini canlandıran insan boyundaki heykeller ile Fransız Sevr Sarayı kökenli Napolyon’un Avrupa seferlerini tasvir eden mine işlemeli insan boyundaki dev vazolar yer almaktaydı. Bazen Venedik’den özel olarak getirtilmiş Gondol ile boğaz gezileri yapılır ve bu gezilerin bazılarına ben de katılırdım. Serinliğin fazla olduğu gecelerde kazağımı almak için yalının üst katındaki daireye çıkacak olduğumda adam boyundaki heykellerden korkar ve yalnız çıkamazdım. Yalının kayıkçılarından Kukas’ı, oğlu Leon’u, ayrıca ekmekçi Dimitri’yi, sandalcı Foti’yi burada tanıdım. Yalının hizmet kadrosundaki Cemile dadı ile Sudan kökenli Arap Melahat abla ve Arap Necati abi, hepsi güzel insanlardı.”
Ama Harbiye’de askeri inşaat dersleri veren, inşaattan, mimariden anlayan Habib Bey, çok daha görkemlisini istemektedir.
İtalyan Sefareti’ni, San Antuan Kilisesi’ni yapmış, Osmanlı Bankası’nın baş mimarı ünlü bir mimarla anlaşır: Gulio Mongeri
Bütün haberlerde “İtalyan mimar diye geçen Mongeri evet İtalyandır ama İstanbul doğumlu bir Levanten’dir.
19. Yüzyılın ortalarında İtalya’daki savaşlardan kaçıp İstanbul’a sığınmış ailelerden birinin mensubudur, daha sonra Milano’da mimarlık eğitimi alıp, İstanbul’a dönmüş ve mimarlık ofisini açmıştır. Osmanlı Bankası’nın resmi mimarı olarak İstanbul’daki İtalya Sefareti, İstiklal’deki San Antuan Kilisesi’ni yapmış devrin en gözde mimarıdır.
1920’lerde Taksim’deki Atatürk anıtının kaidesi, Maçka Palas, Karaköy Palas gibi görkemli apartmanlar, Ankara’daki Osmanlı Bankası, Ziraat Bankası, İş Bankası binalarını da o yapacaktır.
Habib Bey, küçük sarayı için İstanbul’un yedi tepesinden Kocamustafapaşa’yı seçer.
O yıllarda da yoksul bir semttir. Etrafta küçük mütevazi evlerden başka hiçbirşey yoktur.
Yapımına 1912 yılında başlandığı yazılsa da 1926’da inşaatı henüz bitmediğine göre tarih daha geç olabilir.
İnşaat malzemeleri Avrupa’dan getirilir.
Bulunduğu yoksul semtle pek ilgisi olmayan, İstanbul’un geleneksel mimarı dokusuyla uyumsuz İtalya’daki bir köşkten farksız bu kuleli küçük saray tepede büyüdükçe dikkat çeker.
Bir eski İttihatçı kolağası ve mebusa ait olamayacak kadar görkemli, döneminde İstanbul’un en yüksek yapılanlarından biri olan köşk, paranın meşum kaynağı hakkında bir istihza ile anılmaya başlanır:
Bulgur Palas.
İnşaat sürerken savaş sürmektedir. O yüzden işler yavaşlar.
Sonra savaş büyük bir yenilgiyle biter.
İstanbul işgal edikir. İtilafçı bir hükümet işbaşına geçer.
Kaçamayan diğer İttihatçılar gibi Mehmet Habip Bey de gözaltına alınır ve Malta’ya sürgüne gönderilir.
Yanında yine Şeyhulislam Mustafa Hayri Efendi vardır.
1915 tehciri ile suçlanmayan 21 isim arasındadır.
Malta’da Mustafa Hayri Efendi’nin rahatsızlığı nedeniyle ona refakat ederek daha iyi şartlarda bir yere nakledilmiştir.
Sonra bırakılır, İstanbul’a döner ama Damat Ferit Hükümeti, onu tekrar tutuklatır.
Sonra bırakılır ve Baltalimanı’ndaki yalısına çekilir.
Malta Sürgünü’nden diğer dönenler gibi Ankara’ya geçip İstiklal Harbi’ne katılmaz.
Aileye yakın Ferda Kazancıbaşı’nın anlatımına göre “Eşi Bedia Hanım ‘Habib buralarda oyalanma git, bu SARI KEMAL boş adam değil. Mutlak bir kerameti vardır ‘ diyerek uyardığı halde Habib Bey ilgisiz kalmaya devam” etmiştir.
Ama İstiklal Harbi yıllarında boş durmadığı anlaşılıyor.
Savaş sürerken 1922 yılındaki bir TBMM Gizli Celse Zabtı’nda adı “Bulgur Palas Habib Bey” olarak geçiyor. Ankara Hükümeti’ne 20 bin tüfenk satmaya çalışan bir silah tüccarı olarak…:
“Bulgur Palas Habib Bey tekrar bir teklif yapıyor. Kendisi diyor ki; ‘Benim elimde 20 bin tüfenk var ve fiyatı şundan ibarettir. Ben bunu şu kadar zamanda size teslim ederim.’ Bu Paris’teki komisyona kendi vazifesi haricindeki şu teklifi yazdık. Çünki böyle şey değil. Makineli tüfenk filan başka siparişat da var. ‘Vaktinde veririm. Şu kadar zamanda size teslim etmezsem mukabil tazminat olarak 30 bin lira var. Bunu da bankaya yatırıyorum’ diyor. Bu şeraite baktık gayet müsait. Bir ay zarfında gönderecek. Göndermezse 30 bin lira mukabil teminatı vardır. Bunu alacağız ve aynı zamanda diğer tarafta da sipariş veririz ve para akreditif olarak verilir. Yahut da göndermek filan değil. Bu bir tüccar sıfatıle bize teklifte bulunuyor. Nitekim bize böyle teklif yapan günde 4-5 kişi çıkar. Tüfenk getireyim, top getireyim, her gün çıkar. Habib Bey de bunlardan biridir. Biz bunların hiç birine karışmıyoruz. Aradan bir ay geçti. Bu, ne oldu efendiler? Efendim, vapur hareket etti, şu oldu bu oldu dedi ve daha bir hafta oyaladı. Bu cephane gelir dedik, biraz daha bekledik. Belki yola çıkmıştır, hazır Daha bir hafta müsaade edelim, gelmezse mukabil paraya vaziyed edeceğiz ve hakikaten bir hafta daha gelmedi. 30 bin liraya biz de vaziyed ettik ve bankadan aldık. Habib Bey e de bir şey vermedik. Habib Bey de bunun üzerine bizi yine ümide bağladı. Zararımızda banka tahvili olarak kaldı. Mamafih diğer teşebbüsattan da geri kalmadık. Başka taraflardan da yine siparişat temin ettik. Sonra İstanbul dan aldığımız haberlere nazaran Yunanlılara da böyle yapıyorlarmış. Yalnız Habib Bey değil, ben Habib bey bunu yaptı diyemem. Kimsenin günahına giremem ve kati olarak söyleyemem. Çünki böyle herkes yapabilir. İhtimal ki bu da böyle yapmıştır.”
Fakat bu harb fırsatçılığı bu kez iyi sonla bitmez.
Kalkıp gitmediği Ankara’daki hükümet kazanır.
İmtiyazlarını kaybetmiş Habib Bey, Bulgur Palas için Osmanlı Bankası’ndan aldığı kredileri ödeyemeyecek hale gelir.
1926 yılında kalp krizinde öldüğünde sadece 48 yaşındadır.
Birkaç ay sonra eşi Bulgur Palas’ı borçlarının karşılığı olarak Osmanlı Bankası’na devreder. Banka adına kıymetlendirmeyi hem küçük sarayın hem de bankanın mimarı Mongeri yapar.
Aile 40’lı yıllarda yalılarını da apartman karşılığı vermek zorunda kalacaktır.
İstanbul’un yedi tepesinden biri üzerine kurulmuş Bulgur Palas ise ortada kalır.
Koca binanın bazı odalarına Osmanlı Bankası’nın eski evrakları konmaya başlanır, bir oda ise bankanın kanaryalarına tahsis edilmiştir. Bir oda dolusu kanarya.
Bir bankanın neden kanaryası olduğu meçhul.
Ama Habib Bey’e oturmak nasip olmayan küçük sarayda oturmak kanaryalar dışında başkalarına da nasip olur.
Üstelik çok manidar ev sahipleridir bunlar.
1950’lerde Bulgur Palas’ta yaşayan Emine Erdem, Bir Yerde Bir Gül Ağlar’da anlatıyor:
“Avluda üç aile otururduk. Büyük tahta kapıdan bahçeye girildiğinde sağ yandaki evde Madam Eleniler, onların sağda karşılarında Halise hanımlar, solda karşılarında biz otururduk. Mösyö Pepo İtalyan, eşi Eleni Rum’du. Halise hanımlar Bulgaristan göçmeni Türklerdi. Bizimkiler ise Kürdistan’dan kopup gelmişlerdi İstanbul’a. Ailenin erkekleri Osmanlı Bankasının memurlarıydı. Bir de bekçi Hüseyin Efendi vardı. Bulgur Palas’ın yüksek duvarları, çevredeki komşuların biraz da kıskançlıkla düşündükleri gibi zengin aileleri değil, yurtlarından kopup gelmiş insanların, ya da öz topraklarında yabancı, azınlık durumuna düşürülmüş insanların trajik yazgılarını, acılarını, korkularını umutlarını çevreliyordu buradaki tek tek insanların kimliğinde…”
Bu yüzden Bulgur Palas’ın kapıları 1955’in 6-7 Eylül gecesinde zorlanır:
“Karanlık bastığında sokaklardan insan sesleri, bağırtılar gelmeye başladı. Giderek büyüyüp yükselen gürültü gelip dayandı Bulgur Palas’ın büyük tahta kapısına. “Gâvurlar çıkın dışarı, Türk düşmanları” ve kapı gümbür gümbür dövülmeye başlandı. Galeyana gelen, sırtlarında torbaları, sepetleriyle, ellerinde sopaları, hançerleriyle çapulcular durdurulamaz bir kinle içeri girmek istiyorlardı. Onları azdırıp saldırtan karanlık eller birer gölge gibi sinsi belli belirsiz, görünmez olmuştu.
Bulgur Palas ölüm sessizliği içinde. Annem ve babam ellerinde Türk bayrağı ve kimlikleri, büyük tahta kapının arkasında dışardaki kalabalığa boşuna seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Biz sonra korku içinde tüm ışıkları sönük Aki’lerin evine giriyoruz. Aile her biri korku ve telaş içinde Aki’yi kolundan çekerek “Oğlum benimle ölsün.” diyor. Babam aileyi yatıştırmaya çalışırken, annem Aki’yi kapıyor ve “Madam ölürsek beraber ölürüz.” diyor. Birden hep beraber sakinleşiyor, birlikte olmanın verdiği garip bir duyguyla oturuyorlar.
Dışarıda uzaklaşan sesler korkuyu sanki birlikte alıp götürüyormuş gibi zayıflıyor, karanlığa karışıp gidiyor. Işıkları yakmadan pencereden bakıyoruz. Yer yer alevler içinde evler, rüzgârın getirdiği yanık kokusu. Korku ve bilinmezliklerden kurtulamamış olmamıza rağmen bir sevinç kıvılcımı düşmüştü yüreklerimize. Hepimiz bizim eve gittik.
Kısa bir süre sonra Bulgur Palas’ın arka kapısı çatırtılarla devrilmiş, çapulcular gürültü ve bağrışlarla girmişlerdi büyük konağın bahçesine. Boş evrak deposu olarak kullanılan Bulgur Palas ilgilendirmiyordu onları. Gelmiş müştemilat bahçesini konak bahçesinden ayıran kapıya dayanmışlardı. Annem korkudan titreyen hepimizi evin karanlık bölümüne saklamak fikrinden vazgeçti, hepimiz olacakları bekliyorduk. Bu arada babam bütün ışıkları yakmış, iki bahçeyi ayıran kalın duvarın üzerine çıkmıştı. Elinde Türk bayrağı kalabalığa seslendi. ”Derhal çıkın buradan, şimdi telefon ettim polise. Burası Osmanlı Bankası ve biz de Müslümanız ne istiyorsunuz? İsterseniz bekleyin görün olacakları.” Bir ara ne yapacağını bilmez durumdaki insanlar, yavaş yavaş çekilip gitmişler, sonra annemle babam ara kapıyı açıp konağın büyük bahçesine girdiler ve ana bahçenin kırık kapısını birkaç kalasla yeniden tutturmaya çalıştılar. Herhalde bu gecelik tehlike kalmamıştı.”
Sonra herkes tek tek Palas’tan taşınır.
Garanti Bankası’nın mülkiyetinde geçer, Perili Köşk’e döner, adının neden Bulgur olduğu bile unutulur.
Habib Bey’den geriye ise kötü şöhreti bile kalmaz.
Aslında bir hatırat dışında.
Hatıratı, 2016’da hayatını kaybeden tarihçi Yavuz Selim Karakışla’nın eline geçmiştir:
“Benim elimde en önemli İttihâdçı muhaliflerinden, sonradan “Bulgur Kralı” olarak anılmış olan İttihâdçı Topçu Yüzbaşı ve sonradan Bolu Mebusu Mehmet Habib Bey’in anıları var. Mehmet Habib Bey’in anıları İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği güne kadar gün gün geliyor. Mehmed Habib Bey, İkinci Meşrutiyet’i ilan eden Manastır İttihâd ve Terakkî Şubesi’nin başkanı. Anılarında o kadar inançlı ve yurtsever bir İttihâdçı ki, 1908’de mebus seçilir seçilmez karşı tarafa geçeceği, ve 1914’ten sonra savaş vurguncusu olacağı; ve bir savaş zengini olarak, savaş sırasında savaş koşullarını kötüye kullanan bir “muhtekir” tüccar olarak nam salacağı kendisinden hiç beklenmez. Çünkü, 1908’e kadarki günlük yazıları onun son derece yurtsever bir Osmanlı subayı olduğunu, sadık bir İttihâdçı olduğunu ve çok can-ı gönülden inanan bir Müslüman olduğunu belirtir. Ama iktidar baştan çıkarıcı fettan bir kadın gibidir, kendisine tutulan insanları çok farklı yönlere savurabilir.”
“Ama iktidar baştan çıkarıcı fettan bir kadın gibidir, kendisine tutulan insanları çok farklı yönlere savurabilir”
Bugün İBB tarafından hayata döndürülen Bulgur Palas’ın girişine biraz seksist de olsa ibret için bu söz asılabilir.
İstanbul’un manzarasının en güzel göründüğü Bulgur Palas, Türkiye’nin siyaset- devlet manzarasının da izlenebildiği ibretlik bir abide çünkü.
Yoksul bir semtin ortasından yükselen devasa, görkemli, bir şatodan daha iyi ne anlatabilir!
Kaynakça için linkler:
Ana kaynak için : Mehmet Tunçkol- İttihat ve Terakki’nin milli burjuva yaratma politikası ve Bolu milletvekili Mehmet Habib Bey
https://dostbeykoz.com/balta-limani-nda-habib-bey-yalisi
https://bellekcalismalariblog.wordpress.com/2020/02/26/bulgur-palas/