“Bineceğim üstüne, vuracağım kırbacı!”
Bir ay önceki Melih Bulu’nun rektörlük ataması gibi yine bir Cumartesi sabaha karşı yayınlanan Resmi Gazete’yle Boğaziçililer, bu kez üniversitelerine Hukuk ve İletişim fakülteleri açıldığını öğrendiler.
1863’den 1971’e kadar Robert Kolej’e ve 1971’den bu yana da Boğaziçi Üniversitesi’ne, ülkemizin en ‘acil’ ihtiyacı olan bu fakülteleri açmak kimsenin aklına gelmeyince, devletimiz Melih Bulu’nun Boğaz’daki yalnızlığını gidermek için ona içini gönlünce dolduracağı bu iki fakülteyi hayırlı olsun hediyesi olarak verdi.
Fakültelerin kuruluşunun ilanından sonra “Bundan sonraki sürecin işleyişini ilgili akademik kurullarımız ile ilerleteceğiz” diyen rektör Melih Bulu için bile bu karar hoş bir sürpriz olmuş olabilir.
En azından bunu söyleyerek, 150 yıllık üniversiteye, birikimi ve ruhuyla alakasız iki yeni fakülte eklenirken, karar verme sürecinde üniversitenin akademik kurullarıyla ilerlenmediğini itiraf etmiş oldu.
Ülkemizin 71’inci iletişim fakültesi ve 85’inci hukuk fakültesi hayırlı olsun. Her yıl 15’er bir mezun veren bu fakültelerden sonra geriye iki eksiğimiz kalıyor: hukuk devleti ve özgür medya!
Yoksa, hukuku ve iletişimi İngilizce dünya literatüründen okuyacak bu elit öğrenciler, mezun olduktan sonra "Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Bazı Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” diye başlayan bir Resmi Gazete görünce kültürel şok yaşayabilirler.
Meselenin akademik kısmı muhakkak daha çok konuşulmayı hak ediyor.
Ama mesele artık akademik değil.
O yüzden gelin Resmi Gazete’nin bu haberiyle sevinçlere gark olanlara biraz daha yakından bakalım.
Normal şartlarda, kapısından öyle herkesin giremediği prestijli ve az nüfuslu bir okula iki yeni fakülte daha açılması gibi dar bir insan kitlesini ilgilendirecek bir habere böyle büyük tezahürat gelmesi beklenmezdi.
Ama haberi duyar duymaz, Melih Bey’i tebrik sırasına girenler, fakültelere isimler önerenler, “İlahiyat fakültesi de olursa tadından yenmez” diyenler, neredeyse bir küffar kalesi düşürülmüş gibi fetih sevinçlerine gark oldular.
Ana bu ‘sevinç’ bana herkesin bildiği o film sahnesini hatırlattı.
Hani Sezercik’in sıpası Fıstık’ın açık artırmaya çıkarıldığı o meşhur sahnedeki babası fabrikatör olan Şişko Nuri’nin sevincini:
“Benim olacak Fıstık. Bineceğim üstüne, vuracağım kırbacı, vuracağım kırbacı. Babam çok zengin benim çuvalla para verir gene de alır. Oh ya, alacak babam.”
Bilmiyorum ne kadar farkındalar ama bazı iktidar destekçilerinin Boğaziçi meselesindeki halleri Şişko Nuri’ye çok benziyor.
Ama bir kısmı hala, zengin babasına güvenip öksüz Sezercik’in sıpasına şımarıkça göz koymayı, elitlere, oligarşiye, statükoya karşı mücadele sanıyor.
Doğrudur, Türkiye’de kendisine benzemeyenleri içine almayan, dışlayan, düşman ve tehlikeli gören oligarşik bir elit, statüko vardı.
Dışlananların bu engelleri aşmaya çalışması büyük bir toplumsal ve siyasal enerji yaratmıştı.
AK Parti, bu enerjinin bir sonucu ve daha sonra temsilcisi ve taşıyıcısı oldu.
Ama uzun süre önce bu hikaye bitti, statükoda bayrak değişimi yaşandı.
Bugün eski statükonun TSK’dan medyaya, yargıdan üniversiteye bütün kaleleri muhafazakarların elinde.
Bir zamanların meşhur yargı vesayeti de kartel medyası da el değiştirmiş durumda.
Ve devralınan bu yapılar, eski kullanım kılavuzuna uygun olarak kullanılıyorlar.
Hatta artık o kılavuza bile bakılmıyor, taktik maktik yok, bam bam bam!
Çünkü muhafazakar yeni statüko, ele geçirdiği kurumlarda yeni bir elit kültür yaratmakla da pek ilgili değil.
Sınıfsal ve sosyal hınç duygusu, yeni bir elit kültür yaratmayı engelleyecek kadar baskın.
Yapıcı değil, yıkıcı bir enerji bu.
Ama elitliği eksik olsa da elitizm baki.
Çünkü elitizm bir birikim ve kültür meselesi değil, bir davranış kalıbı.
Kapalı devrecilik, cemaatçilik, üstten bakmak, toplumdan kopmak, dışlamak, düşman ve tehlike olarak görmek...
Hepsinden bolca var.
Hoşuna gitmeyen, hareket eden her cismi terörist olarak görüp, suçlayabilmek daha önceki iktidarlara bile nasip olmamış ancak bir statükoya, oligarşik elit yapıya ait olabilecek bir kudret.
İnsanlar hayat pahalığından şikayet ederken onlara “3 kilo kıyma da alma kardeşim” demek, “markete alışverişe tok karnına git, çocuğunu yanına alma” diye manşetten tavsiyeler vermek, işsizliği “kimse iş beğenmiyor” diye açıklamak, “çiftçi ama Iphone 6’sı var hatta internet paketi bile almış” diye insanlara kendisi için sıradan olanı lüks olarak görmek de aslında bu yeni elitizmin tezahürleri...
Artık muhafazakarlar öz vatanında garip, öz vatanında parya değiller.
Artık sivil itaatsizlik için hapse giren Henry David Thoreau ya da onun “sen neden burada değilsin” diye sorduğu yakın arkadaşı Ralph Waldo Emerson da değiller.
Çünkü Thoreau’yu sivil itaatsizliği için hapse atan memur Sam Staples olmayı tercih ettiler.
O yüzden artık sokak röportajı veren teyzelerden, zengin beyaz Türklere kadar herkesin kalplerine Silivri korkusu salmış bir iktidarın hala birilerine elit, statüko, oligarşik yapı demesi komik oluyor.
Elinin altında lego gibi oynayabileceğin 100 küsur devlet üniversitesi ve her ay bir yenisi açılan, içini kendine yakın akademisyenlerle duvardan duvara döşediğin onlarca vakıf üniversiten varken, hala bir gözünün Boğaziçi’nde kalması da elitizme karşı aziz milletin varlık mücadelesi falan olmuyor.
Dün Prof. Murat Erdoğan Twitter’da çok iyi anlattı:
“Doğal kaynak yoksunu Türkiye'nin kalkınmasında dikey sosyal mobilizasyon kanallarının açık olması çok katkı vermiştir. Ülke kendi elitlerini böyle yaratmıştır. Okur-yazar olmayan anne-babaların prof çocukları gibi. Bugün bile havasını attığımız “güçlü Türkiye” böyle gelişmiştir. Değişmeyen kuraldır: Liyakati değil ideolojiyi ve sadakati öncelerseniz, kendi yeteneği ve çabası ile değil, mevcut güçlünün gücüyle görevlere gelen, hırsları kapasitelerini aşan, her başarılıyı kıskanan, aşağıya çekmeye çalışan kişilere kapılar açılır. Bunun kazananı ise yoktur.”
Tam olarak böyle.
Karşımızda sosyal mobilizasyonu engelleyen elitizme, oligarşiye, statükoya karşı verilen demokratik bir mücadele yok.
Popülist, narodnik, halkın iktidarı için verilen bir mücadele bile değil bu.
En küçük bağımsız alanı bile kontrol etmeye çalışan, gözünü ulaşamadığı bir başarıya dikmiş, onu ele geçirmek, vasata çekmek isteyen yeni elit sınıfın, iktidarın nomenklaturasının
istilacılığıyla karşı karşıyayız.
Ve tabii bu uğurda ülkenin en iyi üç üniversitesinden birinin bozulup harcanmasını bile ihtiras bürümüş gözler görmüyor.
Elinin altındaki at, eşek, katır, midilli, sıpa sürüsü yetmezmiş gibi ille bu sıpanın da sırtına binip kırbacını vurmak istiyor.
“Hayır” diye bağıran öksüz Sezercikler de elitist, terörist oluyor.
Üzgünüm ama artık elit de statüko da, oligarşi de, Şişko Nuri de sizsiniz..