Kara tren
Geçen Pazar günü Irak-Kürdistan bölgesinin başkenti Erbil’deydim (Kürtler Hewlêr derler). THY, Diyarbekir-Erbil seferlerini başlatan ilk uçağını Diyarbekir’den kaldırdı. Eski Tarım Bakanı Mehdi Eker’in davetlisi olarak yolcular arasında ben de bulunuyordum. O geceyi Erbil’de geçirdik. Gece Erbil’de bir çay bahçesinde sohbet etme imkanını bulduk. Muhsin Kızılkaya bu sohbette bir tren hikayesi anlattı. Kızılkaya, otantik Kürt kültürünün dipdiri yaşandığı Hakkari’den. Ağabeyi bir dengbêj. Bir keresinde bana “çocukluğumda her sabah Kur’an sesiyle uyanırdım” demişti. Bu yüzden Muhsin Kızılkaya herkesin anlatabileceği bir hikayeyi insanı kalbinin gözeneklerinden yakalayan bir dille anlatabiliyor. Bir hüzün edebiyatçısı. Hikayenin sonunda donup kalmıştım. Ama Erbil-Diyarbekir buluşmasının hikayesini de bulmuştum.
***
Dersim’de bir köy. 1938 katliam günleri. Yerin üzerinde Kürde dair kımıldayan her şeyi yok etmeye azmetmiş bir rejimin gazap günleri de denebilir. Katliamın sonunda her şeye rağmen sağ kurtulan kadınlar, çocuklar toplanıp trenlere doldurulur ve Anadolu’nun batısının derinliklerine gönderilirler. Her istasyonda birileri geride bırakılır. Eskişehir’e bağlı bir ilçenin istasyonunda birilerini bırakmak üzere tren mola verir. Bu arada trende bir anne ve yedi sekiz yaşlarında bir kızı da var. Saatlerdir trende yolculuk yapanlar istasyonun çeşmesinin başına üşüşürler. O kalabalıkta anne kız birbirlerini kaybederler. Anne, kızının trene binmiş olabileceği ümidiyle trene biner. Tren kalkar ve kızcağız orada yapayalnız kalır. Annenin kızını bulamadıktan sonra kopardığı feryadı kalbiniz kaldırabiliyorsa varın siz tasavvur edin. Bir adam kızı evine götürür, büyütür, evlendirir. Günlerden bir gün Dersimli bir doktorun tayini oraya çıkar. Bir kadın muayene için doktora gider. Kendini tanıtır. Kadının Dersimli olduğunu öğrenen doktor hikayesini dinler. Doktor şoktadır. Kadının küçük bir kız iken koparılıp getirildiği köydendir kendisi de.
***
Erbil’in de bir tren hikayesi var. Şimdiki başkan Mesut Barzani’nin babası Mele Mistefa Barzani, Mehabad Kürt Cumhuriyeti 1946 yılında yıkılınca yaklaşık 500 arkadaşıyla Aras nehrini yüzerek geçip Sovyetler Birliği’ne sığınır. Hikaye uzun. Bir Kürt şairi “Eşîret hawar e/ daketim Erezê çemekî sar e” (Aşiret imdat/Aras’a girdim ki soğuk bir nehirdir) diye destanlaştırır. Sovyet yönetimi onları bir trene bindirir. Her bir vagonda dört beş kişi var. Tren Sibirya’ya doğru yola çıkar. Son istasyona vardığında sadece bir vagon kalmıştır. Çünkü geçtiği her istasyonda bir vagonu bırakmıştır. Kaç sene birbirlerinden haber alamazlar. Stalin ölünce ancak bir araya gelebilirler. Irak’ta darbe olunca da ülkelerine dönerler. Bugün Irak-Kürdistan bölgesini yönetenler o neslin çocuklarıdır.
***
Ben Sykes-Picot anlaşmasını bu türden bir ayrılık trenine benzetirim. Çizilen sınırlar trenin vagonları. Her birimizi bir vagona bindirip akıllarına estiği gibi bir istasyonda bırakıverdiler. Bu taksimi ve dağıtımı yaparken hiçbir mahremi, hiçbir kutsalı, hiçbir sosyolojiyi, hiçbir duyguyu, hiçbir hatırayı, hiçbir geleneği dikkate almadılar. Kürtler gibi bazı milletleri dört beş vagona bindirdiler ve her bir vagonu adına devlet dedikleri bir istasyonda bıraktılar. Bırakıldıkları istasyonlarda Eskişehirli hayırsever gibi hamileri de olmadı. Dövüldüler, itildiler, sürüldüler, kumlara diri diri gömüldüler.
Gün geldi Türkiye’de bu taksime itiraz eden bir düşünce iktidara geldi. Önce treni asıl rayına sokmak için makas değiştirdi. Şimdi de vagonları birleştirme cehdindedir. Diyarbekir-Erbil uçak seferleri bu iktidarın bu amaca yönelik küçük ama çok anlamlı bir adımıdır.
***
Bazıları Kürtleri yeni Sykes-Picot’un hicran vagonlarına bindirmek isterken yeni Türkiye, Diyarbekir Milletvekili Galip Ensarioğlu’nun “Kürtlerin kalbi Diyarbekir ile ciğeri Hewlêri buluşturuyor” dediği türden adımları sıklaştırarak bu hicrana son vermelidir.