Her Hak Sahibine Hakkını Vermek
Her hangi bir sorunla ilgili olarak İslami çözümden söz edildiği zaman bunun cevabı kaçınılmaz olarak “İnsani çözüm” olmalıdır. Çünkü İslam, zaten insanda var olan potansiyelin ahlaki normlar çerçevesinde pratiğe yansıtılmasından ibarettir. Bazıları buna “münzel şeriat” (indirilmiş şeriat) ile “kevni şeriat” (doğal şeriat) buluşması diyorlar. Aslında peygamber efendimiz (s.a.v) de “Bana indirilen ilmin örneği gökten indirilen sudur. Bir kısım toprak bu suyu içinde tutar; insanlar ve hayvanlar ondan yararlanırlar. Bir kısım toprak onu ağaçlara, otlara, ekine dönüştürür. Bazı toprakların da üstünden akar gider” buyururken tam da buna işaret etmiştir. Kısacası İslam, gökten inen yağmurla toprağın buluşmasından çıkan sonuçtur. Bu bakımdan mesela yağmur suyu tek başına besleyici değildir. Buna karşılık gökten inen yağmur ve karla beslenmeyen yeryüzü kaynakları da bir süre sonra kurur, tarlalar ekin veremez. Ama yeryüzündeki canlıların besin kaynağı yağmurun toprakla buluşmasından sonra ortaya çıkan neticedir, toprakla buluşmayan yağmur ya da yağmur yüzü görmeyen çorak toprak değildir.
Kürt sorunu açısından İslami çözüm dediğimiz zaman salt metinlerde yazılan ahlaki normları kast etmiyoruz. Bilakis vahyin değdiği toprakların ürettiği tecrübeye bakmak zorundayız. Kuşkusuz toprak her zaman yararlı bitkiler yeşertmez; yararlı, besleyici olanların yanında ayrık otları gibi zararlı otları da yeşertir. Burada akıl devreye girer ve ayıklama işlevini görür. İslami çözüm, ahlak normlarına göre biçimlenmiş insani çözümdür dediğimizde bunu kast ediyoruz. İslam, insanın potansiyelini, pratiğini ayıklama işleminde akla yol göstericilik yapar. Bu nedenle bir şey insanda varsa İslam’da vardır; ama ahlak normlarına göre şekillenmiş haline İslami diyoruz. Tıpkı tarlalar gibi insan beyni ve tecrübesi de yabani otlar yeşertebiliyor çünkü.
Vahyin yere değmesinden sonra ahlak standartlarına göre şekillenmiş pratik Peygamberin (s.a.v) sünneti ile başlayan ve her kuşağın kendi tecrübesiyle devam eden bir süreçtir. Kurak yıllarda yeryüzü gökten gelen sularla beslenme noktasında sorunlar yaşadığı gibi bu tecrübe tarihinin de vahiyle bağını tamamen kopardığı demesek de iyice zayıflattığı dönemler de vardır. Bu noktada berrak bir zihin ve temiz bir akıl (ulul’l elbab) devreye girer ve tarih ve tecrübe tarlasında bitmiş ve yararlı olanları belki de görünmez kılmış ayrık otlarını ayıklama işlevini deruhte eder.
Vahiy insan buluşmasının ilk adımı olarak peygamberin fiili pratiğinden bugünkü Kürt sorununa bir çözüm penceresi daha açarak mevzuyu noktalayalım:
Peygamber efendimiz (s.a.v) Mekke fethi için harekete geçmeye karar verdiği zaman her kabileyi kendi sancağı altında örgütler. Her kabile kendi sancağını kendilerini temsil niteliğine haiz bir savaşçıya teslim eder. Bütün kabileler bu şekilde konuşlanınca Peygamberimiz (s.a.v) İslam sancağını Hz. Ali’ye (k.v) teslim eder. Ama Hz. Ali’nin teslim aldığı bu sancak Haşim oğullarının sancağı değildi. Haşim oğulları ayrıca kabileler içindeki yerlerini almışlardı. Hz. Ali bir anlamda tüm toplumu kuşatan çatı bir misyonu temsil eden tevhid sancağını taşıyordu. Kabilelerin arasında da sosyal konumlarını, etkinliklerini gözeten bir sıralama, bir hiyerarşi söz konusuydu. Hatta her kabile ayrıca kendi içindeki boylara, oymaklara göre örgütlenmişti. Her farklılık bütünsel sosyal organizasyonda hak ettiği yer almıştı yani.
Peygamberimizin bu uygulaması ümmet vahdetinin hangi ölçülere göre şekilleneceğinin bir ilk adımıydı. Ümmet uzun tarihinde bu kriteri gözettiği dönemlerde hep büyüdü, keyfiyet ve kemiyet olarak etkinlik kazandı. Bize en yakın örnek hiç kuşkusuz Osmanlı uygulamasıdır. Osmanlı asla tek tip bir sistem uygulamamıştır. Her topluma hak ettiğini vermeye azami dikkat göstermiştir. Mesela vezirler, bu hususta daha yetenekli olan balkan kavimlerinden seçilirdi. Osmanlı uleması, özellikle Şeyhülislamlar büyük oranda Kürtlerdendi. Molla Gorani ve Ebu Suud Efendi gibi ve daha nicesi. Mimarlar çoğunlukla Ermenilerdendi. Hangi millet hangi alanda tebarüz etmişse mutlaka devlet nezdinde hakkettiği konuma gelirdi. İdari yapıda da mutlaka yörenin sosyolojisi dikkate alınırdı. Mesela Mısır kesinlikle diğer bölgelerle aynı statüde görülmezdi. Bin yılları bulan tarihi ve devlet geleneği itibariyle hep ayrı bir konumdaydı. Farklı bir sosyolojiye sahip Kürdistan da tamamen farklı bir idari yapıya sahipti. Bütün bu sosyolojik hak edişleri dikkate almadan herkesi aynı idari tarza uymaya zorlamak anlamına gelen merkezin güçlendirilmesi devreye sokulunca da Osmanlıda çöküş başladı zaten. Eşitlik sosyolojide her zaman adalet anlamına gelmez. Çoğu zaman zulümdür eşitlik.
Tarihimizde bize ışık tutan bir diğer örnek de kuşkusuz Nizamiye Medreseleridir. Selçuklu veziri Nizumülmülk öncülüğünde kurulan Nizamiye medreseleri belki de İslam tarihinin en parlak eğitim kurumlarıdır. Eğitim alanında İslam alemi önemli sıçramalar kaydetmiş ve değer üretme noktasında parlak bir örneklik teşkil etmiştir. Nizamiye Medreselerinin en büyük özelliği devletin öncülüğünde ve organizasyonunda olmakla beraber her kavmin bu medreselerde kendi diliyle eğitim görmesiydi. Cumhuriyete kadar bu durum Kürt coğrafyasında devam etti. Ama tevhidi tedrisat kanunuyla bu çeşitlilik, bu özgünlük ortadan kaldırılınca eğitim alanında Kürt coğrafyasında bir çoraklık başladı. Modern eğitim asla geçmişin üretkenliğini gösteremedi. Bir bakıma toprakla gökten gelen su arasındaki bağ koparılmıştı. Yeniden yapılanan Türkiye Cumhuriyetinde esas alınacak şiar özellikle Kürt sorunu bağlamında, bu tarihsel ve sosyolojik zeminin göz önünde bulundurulmasıdır.
Bunun literatürdeki bir diğer adı da “İ’tau külli zi haqqin haqqahu” (her hak sahibine hakkını vermek) dir.