Kulüp’te yaşananlar kendiliğinden mi oldu?
Netflix’te yayınlanan Kulüp dizisi bir dönem İstanbul’una, o günün eğlence anlayışına ve tabii hepsinden önemlisi İstanbul’da yaşayan Sefarad Yahudileri’nin yaşamına ışık tutuyor. Bu tür dönem filmleri bana hep güzel bir kitap okumuşum hissi veriyor. İşin sinematografik kalitesinin tartışmasını uzmanlarına bırakayım ama ben beğendim. Mesele izleyicinin keyif alması ise “Kulüp” bunu başarıyor.
Senaryonun sonunu söylemeden yazının kalanı açısından diziye dair iki kelâm edeyim. 1950’lerin İstanbul’unda Yahudi bir annenin cezaevinden çıkıp yetimhanede hiç görmediği kızı ile ilişkisini yeniden kurmaya çalışması; o günün siyasi atmosferi, varlık vergisi ve gayr-i Müslimlerin toplumsal hayattaki yerleri üzerinden işleniyor.
Tabii izlerken düne, öncesine ve bugüne dair birçok soru da insanın zihninde dolaşıp duruyor. Bugüne değin Cumhuriyet tarihine dair bu kadar okuyup, konuşup böylesi bir konuyu nasıl atladım diye hayıflanıyorsunuz ama sanırım “bir tek ben değilim” hissi biraz rahatlatıyor.
Tarihle sinema üzerinden tanışmak anlamında ilk 1988 yapımı Kuruluş “Osmancık”ı hatırlarım. O günden beri de özellikle Osmanlı tarihi, sinema yapımcıları için mümbit bir kaynak oldu. Ama bu tarihle aramızın barışık olduğu anlamına gelmiyor.
Cumhuriyet’in ilk döneminden bu yana tarih yeni bir ulus-devlet yazımının aracı oldu. Türklere gurur duyacakları bir tarih üretme çabası, arada Osmanlı ve Selçukluları yok sayıp doğrudan Sümerlere, Hititlere atlayan bir kurgu oluşturuldu. O dönemin dinle mesafe koyma çabası içinde 1300 yıllık bir geçmişten kurtulmak için 4000 yıllık bir geçmişe sarılmak ancak böylesi güçlü ve tepeden bir ulus inşa döneminde yaşanabilirdi.
Bugün de benzer bir süreç devam ediyor aslında. Osmanlı’nın ilk dönemlerinde yaşananlar ve yıkılıştaki Abdülhamid dönemi ile yine amaca matuf, günümüze mesaj veren, aslında günümüz için geçmişi yeniden yazan bir siyasal tarih anlatısı sürecindeyiz. Herkesin, kendine güzel bir asrı saadeti var. Kimi bunu 80-100 yıl öncesinde buluyor kimi daha eski zamanlarda.
Bugünkü iktidarın meşruiyetini ve kimlik eksenli tabanını tahkim etmek için ürettiği bir tarih anlatısını araçsallaştırmasının karşısına, alternatif başka bir ‘makbul tarih’ ile çıkmak da iki ucu uzun değneğe dönüyor.
Bir dizinin çağrışımlarından tarih dersine döndü yazı.
Kulüp’ü izlerken siyasilerin, liderlerin olmadığı, sıradan insanların günahları, zaafları, acıları ve umutları ile dolu çarpıcı hikayeleri üzerinden bir dönemi anlamanın ne kadar besleyici olduğunu düşündüm. Kahramanların hepsinin kendi hikayesinde, yaşadıkları dönemin bir izi var. Onun dışında var olmaları zaten mümkün değil.
Sinemanın kendi geçmişimizle yüzleşmede bu kadar çekingen olması da gayet doğal. Hem sanat eseri verenler kendi mahallelerinin doğrularını sorgulanır kılan yüzleşmeler için yeteri kadar cesur değil, hem de onlar gerekli cesareti gösterdiğinde bu çabanın önyargı duvarlarında ve duymak istemeyen kulaklarda kaybolup gitme ihtimali çok yüksek.
Kulüp örneğindeki yüzleşme bile aslında alakart, seçmece bir çaba. Bu elbette yapımın değerini azaltmıyor. Ama bu tür parçalı karşılaşmalar; süreçleri, olayların aktörlerini, toplumsal ve siyasal dinamikleri, yaşanan travmaların ardında yatan temel problemleri gösteremeden sergilenen çabalar makro bir yüzleşmenin de önünü açamıyor.
İstanbul Yahudilerinin, tek etnisiteli bir toplum yaratma çabası sırasında karşılaştıkları ırkçı politikaları izlerken duygulanıp, hayıflanıp, üzülenlerin aradan 24 saat geçmeden trafik ışıklarında rastladıkları başka göçmenler üzerinden anlık öfkelerini kusması gayet sıradan. Bu cümleye bile ‘iyi de onlar burada zaten yaşıyorlardı, göçmenler daha dün geldi’ diyecekler elbette çok. Ama sonuçta herkes bi zaman geldi buraya.
Göçmenleri geçelim bugün hâlâ milliyet ve üstün/doğru kültür söylemi üzerinden kendi kimliğini tanımlayan kutuplar hakimiyet mücadelesi veriyor. Herkes belli günlerde daha kalabalık fotoğraf vermek, bu kalabalık üzerinden de mekânın asıl sahibi olmak iddiasında.
Hakikaten bu senaryolara konu olan acılar kendiliğinden mi oldu?
Azınlıkların dışlanması, mübadele, tek tipçi modernleşme, muhafazakârlar ve Kürtlerin ötekileştirilmesi, harf ve dil devrimleri üzerinden toplumsal hafızanın kazınması ve beraberinde yaşanan bilinç kırılması, Alevilerin yok sayılması ve nihayetinde tüm bu süreçlerde mağdur olanların fırsat bulduklarında bu sefer kendilerinin rövanşist tavır almaları ve bu döngünün bitmeyecek gibi görünmesi…
Bunların hepsi kendiliğinden mi yaşandı?
Bugün artık kendi mensuplarından birinin tabiri ile müzeleşmiş bir azınlık üzerinden maliyetsiz bir yüzleşme ile vicdan temizliği yapmak, tüm bu acıların nasıl olup da yaşandığına kafa yormanın önünde engel olmamalı.
İşin kötüsü mevcut iktidar öylesine bir hukuksuzluk, kural tanımazlık içinde ki, solunan boğucu havada sakin kafayla bunları tartışmayı beklemek de bir o kadar gerçek dışı ve uzak.
Hesaplaşmayı geçtim ağır bir yüzleşme yükü orada biri beni omuzlar mı diye bekliyor.
Böyle bir ortamda 6 bölüm insanı alıp götüren bir eseri üreten yapımcılara en azından kişisel bir teşekkür borcum olsun. Benzer çabaların devamının gelmesi dileğiyle…