Ben melâmet hırkasını…
İnsanoğlu egosu şişkin bir varlıktır yahut şişkin ego insanoğlunda çok yaygın görülen bir hastalıktır. Tasavvuf bu hastalığın etiyolojisini “nefs” kavramına bağlamıştır; fakat bu bağlantı Kur’an semantiği açısından yanlıştır. Çünkü nefs Kur’an’da insan bütünlüğünü ifade eden bir lafızdır ve bu lafzın semantik örgüsünde “insanın şeytani tarafı” gibi bir delalet yoktur. Bununla birlikte insan kendi şeytanını iç dünyasında taşıdığından çoğunlukla kendi benliğiyle ve benliğin sınırsız istekleri ve dürtüleriyle sınanan bir varlıktır. İnsanın sınanması ve ayartılması kişiliğin ilk iki yapısal bileşeniyle, Freud’un kişilik kuramına göre alt benlik (id) ve benlikle (ego) irtibatlı olmalıdır. Üst benliğimiz manevi ve ahlâkî değerlerden beslenmesine rağmen belki de en tabii ve iptidai tarafımız olan alt benliğimiz ile benliğimiz çoğu zaman baskın konumdadır. Bundan dolayı da çoğu zaman olması ve yapılması gerekenin ne olduğu gayet iyi bilinmesine rağmen bunun gereğini ifadan kaçınılır.
Örnek vermek gerekirse, birileri tarafından zulme, ihanete, gadre maruz bırakılma hâlinde sergilenmesi gereken erdemli davranış sabır ve aftır. Nitekim zulme maruz kalma durumunda sabretmek ve affetmek, Şûrâ 42/43. ayette her kişinin değil, er kişinin kârı olarak tanımlanır. Fakat gelin görün ki pek çoğumuz Kur’an’daki bu tanımlamanın ahlâkî değerini gayet iyi bilmesine rağmen ego şişkinliği yüzünden sabretmek ve affetmekte çok zorlanır, zaman zaman da intikam arzusuyla yanıp yakılır. Hatta zalim ve hain kimsenin perişan hâle düşüp sürünmesinden haz duyma ve onun perişanlığıyla ferahlama beklentisine duçar olunur. Hele de beynimizin kategorilerle öğrenmesi ve düşman kategorisi oluşturmayı daha çabuk becermesi dikkate alındığında vicdan, ahlak ve erdem çoğu zaman rafa kaldırılır.
Kabullenmek istemesek dahi bu durum insani bir durumdur; fakat aynı zamanda narsist kişilik bozukluğuna da hamledilebilecek türden hastalıklı bir durumdur. Sağlıklı olan durum narsist kişiliğin tımar edilmesi, egodaki şişkinliğin giderilmesi ve hatta egonun kimi zaman izmarit gibi ezilmesi olmalıdır. Ayrıca hiç kimsenin perişan olup sürünmesinden haz duyulmamalı, yine hiç kimsenin mutsuzluğu bizim mutluluk vesilemiz olmamalıdır. Hayatı engin gönüllü bir insan olarak yaşamak için egonun mutlak surette terbiye edilmesi temel ahlâkî sorumluluk olarak kavranmalıdır. Evet, olması ve yapılması gereken budur; fakat hayat tecrübemiz çoğu zaman başka türlü vuku bulur. Kendi adıma itirafta bulunmam gerekirse, bendeniz egosu biraz şişkin bir insanımdır. Bu benim en büyük nakisalarımdan ve kusurlarımdandır. Ancak nakisam ve kusurumun hem farkındayımdır hem de bu nakisa ve kusurun izalesi için çabalamaktan vazgeçmemek gerektiği inancındayımdır. Dahası, şişkin egonun bana yaşattığı her kötü tecrübeden sonra bu nakisamı/kusurumu kabullenip bir dahaki sefere onunla yüzleşmeme çabasındayımdır. Bu çabanın istenen sonucu verip vermediği ayrı bir konudur; fakat insanın kendi nakisaları ve kusurlarıyla hesaplaşması da çok önemli bir husustur.
Şişkin ego illetini tedavi etmenin İslam kültüründeki mücerrep yol ve yöntemlerinden biri, Kul Nesîmî’nin “Ben melâmet hırkasını kendim giydim eynime / Ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne…” diye başlayan mısralarında da işaret edildiği üzere melâmet ve melâmî haldir. Arap dilinde “kınamak, ayıplamak” anlamına gelen melâmet kelimesi tasavvuf literatüründe bir makam ve bir tasavvufî anlayışın adı olarak yaygın bir kullanım alanına sahiptir. Hicrî üçüncü yüzyılda Merv, Belh ve Nîşâbur gibi şehirleri kapsayan alan Horasan bölgesinde ortaya çıkıp özellikle Nîşâbur’da yaygınlık kazanan bu tasavvuf anlayışını benimseyenler ehl-i melâmet, melâmî, melâmetî diye isimlendirilir. Tasavvuf literatüründeki bilgilere göre ilk zamanlar “mahzûnîn” diye nitelendirilen, Allah yolunda “kınayanın kınamasından korkmama”yı (Mâide 5/54) temel ilke olarak benimseyen Melâmîlerin başlıca özellikleri şunlardır:
Benliği horlamak; başkalarının kusurlarıyla ilgilenmeyi bırakıp kendi kusurlarıyla meşgul olmak; benliğe ait her türlü iddiayı ortadan kaldırmaya ve sırf gönül dünyasını mamur kılmaya çalışmak; isyan da etse itaat de etse benliği her hâlükârda itham edip siygaya çekmek; seyr-i sülûk tecrübesini halk ile tahalluk, Hak ile seyr hâlinde yaşamak, yani sıradan bir insan gibi halkın arasına katılmak ve fakat Hak’tan bir an bile gafil olmamak; hizmet ve hürmet görmeye hor bakmak; her türlü gösterişten ve dünyevi payeden uzak durmak; ibadet ve taatleri ifa ettikten sonra hemen unutmak; taatlerden haz duyarak benliğe pay çıkarmamak; kibir, ucb ve riyadan alabildiğine kaçınmak; hüzünle yoldaş olmak…