Meselemizin ne olduğunu anladık mı?
Acımız çok büyük ve gün geçtikçe azalmıyor, artıyor. Çünkü zamanında yapılabileceklerin, yapılması zaruri olan işlerin, asla ihmal edilmemesi gereken birçok şeyin ihmal edilmesinin sonuçlarını görüyoruz. Büyük bir deprem yaşadık ama ne olduğu ezbere bilinen tedbirleri alsaydık, bunu en azı kayıp ve en az hasarla atlatabilirdik.
Şimdi gözümüz kulağımız enkaz altından gelecek mucize haberlerinde. Deprem vurdu geçti, yıktı geçti, öldürdü geçti ve çaresizlikle karışık bir ruh haliyle fırtınanın sonunu bekliyoruz. Sonu nedir bilen yok. Çünkü hala koordinasyon sağlanamadı, depremle mücadele planı hala sağlıklı işlemiyor. Haberler hala tatsız. Afet büyük, çaresizliğimiz daha büyük.
Teselli aramak isteyenler, böyle büyük bir afete karşı birçok ülke çaresiz kalırdı diyebilir. Ya da 10 şehirde birden yaşanan depremde koordinasyon eksikliği normaldir… Veya devlet yıkılan binaları hızlı yapacak, vesaire… Herkes aynı şeyi düşünmek zorunda değil elbette. Ama deprem gerçeği her fikrin arkasına bilim ve özellikle Türkiye’de “tecrübe” koymayı mecbur kılıyor.
Depremi sağlam ve dirençli binalarla karşılayıp şehirleri ayakta tutmak ve insanlarımızı yaşatmak hedefini, gereğini ve mecburiyetini ıskaladıktan sonra söyleyecek çok söz olabilir. Geleceği ve geldiğinde çürük binalardaki insanları öldüreceği besbelli olan bir felakete karşı ancak yaşandıktan sonra çare aramayı kabul ettikten sonra bahane bulmak da kolaydır. O noktada sesi çok çıkan ve medyası güçlü olan üste çıkar. Nitekim öyle oluyor …
Böyle yapmakla günü kurtarır mıyız bilmem ama deprem gerçeğini de başımıza gelen felaketi de anlamamış oluruz. Gerçeği görmeyince de 1999 depremini yaşamış, arada birçok kez depremlerle ikaz edildikten sonra, 24 koca seneyi boşa geçirip bugün daha büyük bir felakete boyun eğmiş oluruz. Eğer deprem riskinin kapıda olduğunu bilinen Maraş’ta, Adıyaman’da, Hatay’da, Malatya’da, Antep’te, Osmaniye’de, Diyarbakır’da, Adana’da, Urfa’da, Kilis’te çürük binaları zamanında tahliye edip yenilerini yapsaydık bugün o şehirler yıkılmayacaktı, o kadar insan ölmeyecekti. Ve şimdi enkaz altında mucize haberlerini beklemeyecektik. Elbette hasar olacaktı ama yıkılmış olmayacaktık.
Cumhurbaşkanı’nın sözlerinden anlıyoruz ki bütün bu binaları sadece bir yıl içinde yeniden ve depreme dayanıklı yapabilmek mümkünmüş. Hem de apartman değil zemin artı üç dört kat olabiliyormuş. Evlerini kaybeden insanlara kira yardımı da yapılabiliyormuş. Devletin bunu yapmaya kudreti ve kaynağı varmış. Güzel… Bu kudreti niye 6 Şubat’a kadar gösteremedik acaba? Maraş’ta bir deprem mi beklemiyorduk yoksa olsa bile bir şey olmaz mı diye düşünüyorduk. Niye?
Böyle bakınca; yani hasarlarının ve kayıplarının önlenmesinin bu kadar kolay ve hızlı olabildiği anlaşılınca felaket daha ağır geliyor. Geçmişte yaşanan acı tecrübelere rağmen bunun ancak deprem sonrasında düşünmek ise acı…
Hem yaşanacağı belli bir depremi karşılamak için şehirleri güçlendirmeyip hem de deprem sonrası kurtarma ve yardım organizasyonunu başaramamak ise katmerli acı… Hatayı yapanı, insanları enkaz altında bırakanı eleştirmek yerine hatayı ve eksiği gösterene hakaret etmek de … Hem siyaset yapıp hem de akıldan, bilimden ve gerçeklerden söz edeni siyaset yapmakla suçlamak da öyle…
Türkiye elbette muazzam dayanışma potansiyeliyle bu enkazın altından çıkacaktır. Ama felaketi tartışma kapasitemiz gösteriyor ki, problemin temel sebebini görmezden gelip önceki depremlerin ardından olduğu gibi yılları boşa geçirmek ihtimali en az yeni bir deprem olma ihtimali kadar yakındır. Bu hal de acıların en büyüğüdür.