Derdimiz var dertten içeri
Deprem korkusu İstanbul’un üzerinden geçti, gidiyor. Gideceğini tahmin etmek güç değil zira, 20 senedir ara ara konuşulduğu halde önlem babında ileri gitmek şöyle dursun geriledik. Açık söylemek gerekirse Türkiye’nin depremle imtihanında geldiğimiz yer, “olacak olan olsun bitsin”den ibarettir. Gerisi de boş laftır…
Aksi olsaydı İstanbul gibi değerli bir hazineye sahip olan ülkede deprem bu kadar korkutucu senaryolarla anılmazdı. Deprem varsa çaresi de vardır ama o çareye ulaşmak bize nasip olmamıştır. Bugün bile meselenin özü ve tek çıkış yolu olan mevcut dayanıksız bina stokunu depreme dayanıklı hale getirmeyi değil, deprem olduktan ve felaket yaşandıktan sonra toplanma yerlerini tartışmayı seçiyoruz. Gelgelelim meselenin o tarafının da facia olduğu anlaşıldı. Hiç olmazsa depremden kurtulabilecek olanların toplanabilecekleri yerler olmadığı görüldü. Olanların da yıllar içinde sessiz sedasız betona mahkum edildiği anlaşıldı.
Konuşacak çok şey var ama konuştukça çözüm yerine kendimizi aşağılamaktan başka netice çıkmıyor. Mukadder bir felakete karşı çaresizlik, tedbirsizlik, düşüncesizlik, acizlik, vs. vs.
Sayısı 20 senedir tespit edilemeyen dayanıksız binaları dönüştürmek mümkün olmadı, depremden bu kadar korkan insanların neden hala o binalarda oturmaya devam ettiği anlaşılamadı; üstüne üstlük bir de imar barışı ile zaten beceremediğimiz dönüşümü neden tümden heba ettiğimiz sorgulanamadı. Sorgulansa ne farkederdi, o da ayrı mesele…
Öyle bir noktadayız ki felaket gelip çattığında hepimiz “ben demiştim” diyebilecek ama hepimiz aynı oranda suçlu olacağız.
Niye böyle?
Çünkü bu ülkenin en temel eksiği, bir araya gelip bir problemi çözmek kabiliyetsizliğidir. Hep birlikte elleri aynı taşın altına koymak ve gerçek anlamda “kederde tasada ve kıvançta bir olmak”, yani ortak iyide buluşmak mümkün olmuyor. Herkesi birden etkileyen ve ülkeyi sıkıntıya sokan bütün problemlerde aynı hastalığa duçarız. Kürt meselesini de sistem meselesini de çözemiyoruz, eğitimi de depremi de… Kimi siyasal kimi kültürel kimi hayati ve hepsi ayağımızda birer pranga ama üstesinden gelemiyoruz. Kaybettiklerimiz ve kaybedeceklerimizi düşünüp çözüm bulmak yerine meselelerle yaşamanın ağır yükünü taşımayı tercih ediyoruz. Dertleri, problemleri çözemiyoruz çünkü çözmeyi bilmiyoruz. Çözümün herkesin menfaati icabı olduğu duygusunu tanımıyoruz.
Ne yazık ki deprem de böyle oldu ve şimdiden sonra böyle olmayacağına dair emare de yoktur. Durum, 5.8’in ardından en favori tartışma bahsinin belediye başkanının kriz koordinasyon toplantısına çağrılıp çağılmadığı konusundan bellidir. Dahası… Bu kadar önemli, bu kadar hayati ve iş konuşmaya geldiğinde beka ve milli güvenliğimizi bu kadar etkileyecek bir problemde hala bir sivil toplum baskısı bile yoktur. İyi kötü herşeyin bir derneği, vakfı, platformu var ama kapıyı sürekli çalıp duran depreme karşı hassasiyeti, açık ihmalleri ve duyarsızlığı dile getirecek bir sivil toplum örgütü bile bulunmuyor. Daha öncelikli ve daha hayati bir meselemiz olmadığı halde…
Deprem sadece bir inşaat, ulaşım ya da lojistik meselesi değildir. Bu kadar ikaza rağmen ona mağlup olmak bir gurur meselesidir. Bir ülkenin, bir toplumun kalitesinin, kabiliyetinin ve gerçek manada “büyük ve güçlü” olup olmadığının ölçüsüdür. Bir de buradan bakalım, belki faydası olur.