Coğrafya değerimizin üzerine ne koyabildik?
Bir çelişki daha ne kadar büyük olabilir?
Rasyonaliteyi tümden kullanılamaz ve müracaat edilemez hale getirecek irrasyonalite birdenbire iktidarın en iştah duyduğu menü haline geliverdi. Geride kalan beş yılı gerileme ve kayıp hanesine yazdıran hukuksuzluk ve demokrasiden uzaklaşma mesaisine güçlü bir dönüş başladı. Bütün iktidar sözcüleri ve iktidar ortaklarının Yargıtay’ı siper ederek Anayasa Mahkemesi’ne gönderdikleri salvolar bunu anlatıyor. Ülkenin hukukla kalan son bağını koparmak için büyük ve cesur bir gayret sergileniyor.
Ekonomide ve asayişte atılan zaruri, kaçınılmaz ve bir iktidarın ayakta kalabilmesi için olmazsa olmaz bazı onarıcı adımları ülkenin yakın ve uzak gelecek vizyonu yerine saymanın büyük bir iyimserlik olduğunu da böylelikle görüyoruz. Demokrasi ve hukuku olmayan bir ülke ne ekonomide ne asayişte ve ne de en az bunlar kadar mühim eğitim, diplomasi ve bilumum disiplinlerde mesafe alabilir. Seçim geçti, cicim ayları geçti ve bu kural şimdiden unutuldu.
İktidara seçim kazandıran sözler, söylemler, sloganlar; yani belirli bir tabanı hedefleyen ve onlara kendilerini iyi hissettiren politik hikaye, devlet idaresinin felsefesi veya yol haritası olamaz. Hamaset ile hakikat birbirine karışamaz. Art arda bütün seçimleri kazanan bir iktidarın ve liderin bu iki zıt kutbu ayırma sorumluluğu vardır. Topluma bunu borçludur. Ayırmazsa, ayırmamak kolayına gelirse bir beş yıl daha kaybolur gider.
Ne yazık ki öyle bir hava yok, tersi var. İsrail’in Gazze’de yaptığı katliam bile döndü dolaştı iç politika malzemesi haline geldi. Orada -şu dakikada dahi- can veren masum insanların hayatları için gösterilmesi gereken duyarlılık gündelik politikanın çarklarına karıştı. Bu da yeni bir vizyon şöyle dursun, dış politikada umulan ve beklenen onarımı bile imkansız hale getiriyor.
Türkiye’nin yönünü tayin edemezliği sadece dünyanın hangi bölgesiyle, nasıl ilişki kuracağına dair şaşkınlığı meselesi değildir. Önce, içeride kendi vatandaşına nasıl muamele edeceğine karar verememesidir. Toplumdan hakkı, hukuku, eşitliği esirgeyen; kendisinden olmayanı düşman olarak yaftalayan bir devletin Batı’yla veya Doğu’yla daha samimi olmasının anlamı yoktur. İç huzurunu yitirmiş bir ülkenin arazi değeri dışında gücü olmaz.
Herhangi bir dünya için ne kadar önemliyiz ve vazgeçilmemiz? Türkiye, küçük ülük her ülkenin kendisini önemli saydığı listenin neresinde? Coğrafyamızın sunduğu imkanlara ilave olarak, ekonomi, diplomasi, beşeri sermaye veya örnek bir yönetim modeli gibi unsurlarda gelişerek ne ilave edebiliyoruz? Daha açık soralım: Coğrafyamız tamam; çok önemli bir yerdeyiz, köprüyüz anlaşıldı ama bizi bölge ve dünya için önemli kılan veya kılmasını umduğumuz şeye toplam kalitemiz ve becerimizle kattığımız neler var? O arazi üzerine meyveli kaç ağaç dikebildik?
Soruyu böyle sorunca ve ona dürüst bir cevap arayınca, gerçek daha acımasız bir hal alıyor.
İçeride her alanda gerileyen ekonomik, beşeri, hukuki ve elbette demokratik standartlar, Türkiye’yi dünyada da daha zayıf bir konuma geriletiyor. Filistin-İsrail çatışmasında başlangıçta büyük iddialar koyduktan sonra, dönüp dolaşıp hangi malın boykot edileceğine dair kıyasıya bir tartışmaya savrulmamız bunun eseridir.
Ne Batı’nın insani açıdan tutarsız siyaseti ne de İslam Dünyası’nın yetersizliği bizi doğal olarak iyi ve önemli yapmıyor, çaresizlikte kurtarmıyor. Bunu unutmasak faydalı olur.