Yalnızlığın çoğul hali...
Yalnızlık nerden çıktı derseniz Avrupa Birliği tarafından ısmarlanan ve üye ülkelerde insanların kendini ne oranda yalnız hissettiğini bulmayı amaçlayan bir projenin sonuçlarından. 25 bin kişiye erişilerek yapılan araştırmada yalnızlığın en çok İrlanda’da çekildiği bulunmuş. Sorulan insanlardan yüzde 20’si kendini yalnız hissettiğini söylemiş. En az yalnızlık çekilen yerlerin başında da Hollanda, Çek Cumhuriyeti, Hırvatistan ve Avusturya geliyormuş.
Araştırmanın gerçekliği ne denli yansıttığı, insanların hislerini ne denli paylaştığı şüpheli olmakla birlikte, Euronews bu oranları bile yüksek bulmuş, olası toplumsal sonuçlarına değinmiş, insanların yalnızlıklarını gidermek için neler yapılması gerektiğini bilmediklerinden yakınmış. Belli ki araştırmayı yapanlar için de Euronews’un editörleri için de yalnızlık “modern” denen hayatın dayattığı bir durum olmanın ötesinde, oldum olası var olan bir şey.
Oysa yapılan pek çok araştırma 19’uncu yüzyıl öncesinde yalnızlık diye bir hissin olmadığına, insanların yalnız hissetmeye son bir kaç yüzyıldır başladığına işaret ediyor. Batılı sözlüklere ilk kez 16’ıncı yüzyılda yer almış, o da hisle ilgili değil durumla ilgiliymiş. Günümüzde ise uzmanlar yalnızlığın epidemik boyutlara ulaştığına, araştırmaların ortaya çıkarttığından çok daha fazla sayıda insanın kendini yalnız hissettiğine inanıyor.
Neden böyle hissettiğimize ilişkin açıklama da çok. Kimileri dünyevi hayatın sekülerleşmesine, kimileri Gemeinschaft’tan Gesellschaft’a geçişe, kimileri de ailenin küçülmesine bağlıyor. Sosyal medyayı sorumlu tutanlar da az sayılmaz. Ama galiba asıl sorumlu hepimizi bir şekilde etkileyen yabancılaşma, kendimiz olmaktan çıkışımız, toplumsal iş bölümünün yarattığı ve pekiştirdiği rollere bürünmemiz, oynadığımız rolü kendimiz zannetmemiz, kalıplar içinde yaşamamız.
Birbirimize nasılsın diye sorduğumuzda dahi aslında ne karşımızdakinin nasıl olduğunu öğrenmek istiyoruz, ne de vereceği gerçek cevapla ilgileniyoruz. Nasılsın ya da nasılsınız sadece bir başlangıç cümlesi, iyi olduğunu söylemesini ve kişisel olanın orada bitmesini bekliyoruz. Sonra iş gelecek, karşımızdakinin hayatından, hastalıklarından, acılarından, o an için neler hissettiklerinden çok daha önemli şeyler konuşacağız.
Kim bilir belki de karşılaşmamızı sadece geçiştirmek için sorduğumuz, muhatabımıza üsten bakan bir sözcük kullandığımız. Selam ya da merhabanın ötesinde bizi daha yüksek bir konuma koyan, karşımızdakinden hesap sorarken cevap hakkı tanımayan bir hitap biçimi. Fakat kesin olarak bilmek, duymak içermeyen bir tavır. Yabancının yabancıya sorduğu cinsten bir soru. Hissetmeyi bilenleri daha da yalnızlaştıracak bir çağrı.
Soran için de sorulan için de yalnızlığın tetikleyicisi. Birbirini duymayan, hissetmeyen insanların yarattığı bir metafor “nasılsın” sorusu. Neyse ki çok az sayıda ve oranda insan bunun bilincinde. Bütün gün telefonunu elinden bırakmayan da, sosyal medyadan ayrılamayan da, en yakınıyla gündelik dışında paylaşacak bir şey bulamayan da aslında yalnız olduğunun, hayatına bile yabancılaştığının farkında.
Olduğumuz gibi değil olmamız gerektiği gibi yaşayıp, derinliği olmayan, insana dokunmayan kalıp cümlelerle konuşuyoruz. Yalnızlığımızı kendimizi anlatarak, biraz da karşımızdakine pazarlayarak aşmaya çalışıyoruz. Karşımızdakine evimizi değil misafir odamızı açıyoruz. Ondan orada görülmesi için dizdiğimiz eşyaları, kurgulanmış hayatımızı görmesini, bizi olmadığımız bir şekilde hayal etmesini istiyoruz.
Birbirimizi zihnimizin misafir odaları üstünden tanımak bize yetiyor. Yabancılaşmanın ve yabancıların hakim olduğu bir dünyada yapmacık, içselleştirilmemiş kibarlıklar mutluluk veriyor. Bazen uçağın kapısında, bazen kahve zincirlerindeki zoraki rutinlerde, bazen de okullar ve ofislerde tören olsun diye düzenlenen doğum günü kutlamalarında karşılaşımıza çıkan duygusuzluk hali haz çarpanı oluyor.
Kendini farklı biçimlerde tekrar eden bu anlayış, hemen hepimizi içine çekip öğütüyor. Aile içinde bile “miş gibilerle” yaşıyoruz. Kendinden başka bir şey düşünmeyen, empati yoksunu insanlara dönüşüyoruz.
Duygularımızdan arınıp yapay zeka öncesi eski model robotlara benziyoruz. Komutlarla konuşup, komutlarla anlaşıp, toplumsal meşruiyetimizi sağlayan, statümüzü belirleyen kalıplarla hareket ediyoruz.
Yalnızlığımızı aidiyet grupları içinde eritmek için çaba harcıyoruz. Kendimizi futbol kulübünden mezun olduğumuz okula hemen her yerle tanımlıyoruz. Hemşerilik ağları, cemaat örgütlenmeleri, mason dernekleri ve daha pek çok şey yüzeysellikleriyle de olsa yalnız olmadığımıza inanmamıza yardımcı oluyor. Yalnızlığın siyasete tercümesiyse kurulan inanç, güven ve kimlik bağlarıyla gerçekleşiyor. İnsanlar başarı ya da başarısızlık yerine partisiyle kurduğu aidiyet bağına oy veriyor.
Bence yalnız oldukları, çevrelerinde kimse bulamadıkları için kendini yalnız hissedenler daha şanslı. Ne de olsa onlar yabancılaşmadan ziyade yaşlarının, kayıplarının, kontrolleri dışındaki etkenlerin kurbanı. Sosyalleşmek diye tanımlanan bir olgu sayesinde yalnızlıklarından kurtulma şansları var. Çünkü onların hissettiği şey nasılsın sorusuyla, yapmacık bir kaç jestle dindirilebilecek bir acı. Toplumdan değil toplumsuzluktan yakınıyorlar.
Şikayetleri yalnızlık hissinden ziyade yalnız kalma durumu hakkında. Bu da doğal olarak insanı yalnızlık hissetmeye yöneltecek bir varoluş hali ancak yalnızlığın en rafine, en ağır biçimi değil. Biraz Beatles’ın 1966’da hikayesini anlattığı Eleanor Rigby’e benzer bir durum. Dışarıdan bakan sıradan bir gözün dahi görebileceği bir kimsesizlik anı. Acınılmayı kapsıyor ve dinlendiğinde insanı ürperten bir müziğin ortaya çıkmasına, yalnızlıkların unutulmasına vesile oluyor.
Siz de bugün ya da herhangi bir zaman yalnızlık hissederseniz, içinizi garip bir burukluk kaplarsa, uzmanlarının dediğine göre depresif duygulara kapılırsanız, birisi olsa da beni anlasa diye düşünürseniz, bence önce güzel bir müzik dinleyin, sonra da isterseniz yalnızlığın bir konfor da olabileceğini, size kendinizi aşmak, hayatı anlamak için fırsat verebileceğini hatırlayın. İyi ve huzurlu bir pazar günü dileğiyle…