Vazgeçmemiz gereken bir siyasi söylem
Başta Filistin olmak üzere pek çok sorun karşısında “Batı’nın” yetersiz, daha doğrusu ilgisiz kaldığı gerçek. Suriye’de insani müdahaleden kaçındığı, Afganistan’dan arkasında ciddi bir insani dram bırakarak çıktığı doğru. Ukrayna krizinin başında da uzlaşmadan, kendi çıkarlarını korumadan yana tavır koyduğu da öyle. Ama artık AB’nin de, ABD’nin de, İngiltere’nin de, Kanada’nın da tavrı değişti. İsviçre bile tarihi boyunca yapmadığı şeyleri yapmaya başladı.
Almanya iki dünya savaşının ve Nazi döneminin utancını üstünden atıp Ukrayna’ya askeri yardımda bulunacağını açıkladı. Polonya Afrikalı öğrencilere ayrımcılık yapsa da Ukraynalı mültecilere kucak açtı. AB Ukrayna’dan geleceklere üç yıllık çalışma müsaadesi vermeyi planlıyor, Rus bankalarına ve şirketlerine çıkarlarını tehlikeye atarak her gün yeni yaptırımlar uyguluyor. Pek çok ülke silah yardımı konusunda birbiriyle yarışıyor.
Gerekçeleri muhtelif. Tetikleyici unsursa Rusya’nın saldırganlığı. Belli ki sıranın günün birinde kendilerine geleceğinden endişe ediyorlar. Şimdiden caydırıcı, can acıtıcı tedbirler alıyorlar. Yaptıklarında bir miktar ırkçılık, ayrımcılık da var. Daha önce hiçbir Suriyeliye, Afgan’a nasip olmayan şefkati ve anlayışı Ukraynalılara gösteriyorlar. Ukrayna’nın genç ve karizmatik Devlet Başkanı Zelenskiy’e duyulan sempatinin de gösterilen ilgi ve alakada payı büyük.
Sebebi ne olursa olsun “Batı” bu kez Ukrayna için savaşa fiilen katılmak dışında elinden gelen her şeyi yapıyor. Hava sahalarını Rus uçaklarına kapatmaktan bireysel yaptırımlara almadığı tedbir kalmadı. Hatta belki biraz da abarttı, Rusya muhtemelen bu yüzden nükleer çatışma imasında bulundu. Devletinden ve yönetiminden çok insanlarına güvence sağlayan Avrupa Konseyi üyeliği dahi askıya alındı. Her gün yeni bir yaptırım uygulama konuyor, şirketler kendi yaptırımlarını devreye sokuyor. Rusya işgali yüzünden cezalandırılıyor, Ukrayna destekleniyor.
Tüm bunlar işe yarayacak mı yoksa daha ağır sonuçlara mı yol açacak henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz Batı’nın sadece konuşmadığı, Ukrayna krizi karşısında eyleme geçtiği, bizimse hassas konumumuz, kırılgan ekonomimiz, çoklu çıkarlarımız yüzünden aynı şekilde hareket etmemizin zor olduğu. Rusya’yı fazla kızdırmadan sorumluluklarını hatırlatmamız, uluslararası hukuka ve devletler arası sistemin temel normlarına uymaya çağırmakla yetinmemiz gerekiyor. Ama her fırsatta Batı’yı eleştirmemiz gerekmiyor.
Çünkü çok eleştirsek eleştirilerimizin dönüp bizi vurması olasılığı artar. Bizim hava sahamızı neden kapatmadığımızı ya da Rusya’ya karşı neden mali yaptırımlar uygulamadığımızı sorarlar. Montrö Sözleşmesi’ni hedef tahtasına koyarlar, 19’uncu maddenin istisna hükümlerinin ve 21’inci maddeye atfın Rusya’yı kayırdığını söylerler. Avrupa Konseyi’ndeki çekimser oyumuzu gündeme getiriler. Giderek keskinleşeceği belli olan demokrasiler demokrasi olmayanlar ayrımında bizi arzu etmeyeceğimiz yerlere koyarlar.
Oysa bizim hem Rusya ile olan ilişkilerimizi mümkün olduğunca sürdürmemiz, hem de bu krizi AB ve ABD ile olan ilişkilerimizde fırsata çevirmemiz şart. F35’lerden PYD’ye çözüm bekleyen çok sorunumuz var. İç politika üstünden dış politika okuması yaparsak, on yılların birikimi Batı karşıtlığı üstünden siyaset söylemi geliştirirsek ne Rusya ne de Batı ile olan ilişkilerimizi yönetebiliriz. Batı’nın Rusya’yı bunaltan tepkisini yetersiz görmemiz, daha fazlasını istememizi Rusya’yı doğal olarak rahatsız eder. Batı’nın da siz ne yapıyorsunuz ki diye sormasına yol açar.
Üstelik bunun iç politikada da karşılığı olmaz. İktidara en yakın gazeteler dahi uygulamaya konan yaptırım tedbirlerini ve onların Rusya üstündeki etkilerini yazarken, televizyonlar ve sosyal medya aktarırken Batı yetersizliği eleştirisi havada kalır. Benzeri aslında BM eleştirisi için de geçerli. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan ortak güvenlik sisteminin -iyi çalışmasa da, herkesin hakkını koruyamasa da- daha iyisi bizli veya bizsiz mümkün değil. Bu tür bir örgüt ancak bu kadar iyi çalışabilir.
Kaldı ki BM’nin daha iyi çalışması, norm ve ilkelerine sadakatle bağlı olması işimize gelir mi, o da tartışmalı. Ayrıca, BM’nin öngörülen tüm reformlar gerçekleştirildikten sonra da Ukrayna gibi sorunlara çözüm üretebileceği şüpheli. Diğer yandan olabilirse Türkiye’nin Güvenlik Konseyi’ne üye olmasında da hiçbir sakınca yok. Keşke sadece geçici değil daimi üye olabilse, keşke BM Şartı’nın koşullarını şimdiki daimi üyelere rağmen değiştirebilse.
Ama değiştirse bile bu tür krizlerin önlenebileceğini, Rusya’nın ya da Amerika’nın sudan bahanelerle oraya buraya müdahale etmesinin engellenebileceğini sanmam. Engellemek için hem güçlü olmak, hem de gücü kullanmak için geçerli nedene ve yeterli iradeye sahip bulunmak gerekiyor. Bazen askeri, bazen ekonomik, bazen diplomatik, bazen kamuoyu baskısı şekline bürünen güç her zaman ve her şart altında etkiye tahvil edilemese de elinde bulunduranı rahatlatıyor, hareket, harekat ve yaptırım imkanı sağlıyor.
Bana öyle geliyor ki bizim şu sıralarda BM reformu talep etmek, dünyanın beşten büyük olduğunu tekrarlamak ya da başka devlet, blok veya ittifak eleştirisi yapmak yerine gücümüzü pekiştirmeye, çıkarlarımızı dengeleyerek korumaya ağırlık vermemizde yarar var. Arabuluculuk talep edelim, barış isteyelim, BM Daimi Temsilcimizin Genel Kurul konuşmalarında söylediklerini tekrarlayalım, Montrö üstünden diplomasi yapalım. Fakat imkansız gerçekleşmediği için bu krizin çözümüne yeterince katkıda bulunamadığımız imasında bulunmayalım. Türkiye’ye de yararı yok, iktidara da…