Turizm gelirleri artarken…
Turizm insanların bir yerden başka bir yere, bazen bir şehre, bazen bir ülkeye çalışmak amacı gütmeden, genellikle keyif için bir günden az altı aydan çok olmamak kaydıyla yapılan seyahate verilen ad. Resmi tanımı 1936’da Milletler Cemiyeti tarafından yapılmış, 1945’de de tanıma maksimum kalma süresi eklenmiş. Bugün pek çok başka tanımı, tanımın akademik sayılabilecek koca bir literatürü var.
Kelimenin etimolojik kökeni dendiğine göre Latinceye dayanıyor, turist kelimesine İngilizcede ilk kez 1772 yılında rastlanıyor. Ama turizm ancak insanların refah düzeyinin artması ve seyahat imkanlarının daha ulaşılabilir hale gelmesiyle gelişiyor. 1950’lerin başında sayılar son derece düşükken 2012’de 1 milyar sınırı aşılıyor. Yıllar içinde ekonomik krizlerden etkilense de dünya turizmi en büyük hasarı 2020 yılında yaşıyor.
Pandemi insanları evlerine, şehirlerine ve ülkelerini kapatırken bu büyük endüstride çalışan milyonlarca insan sonuçlarından etkileniyor. Kimi işsiz kalıyor, kimi işine son veriyor. Çatal bıçak üretiminden uçak endüstrisine, havaalanlarından restoran sektörüne turizmin mecburi çöküşünden zarar görmeyen sektör kalmıyor. Neyse ki geçen yıl kendisini biraz daha toparlamaya başlayan “endüstri” dünyada da Türkiye’de de iyi bir performans sergilemekte.
Bu, yüz milyonlarca insan için seyahat, eğlence ve galiba mutluluk demekken, on milyonlarcası için de iş, gelir ve hayatını idame ettirebilecek şartların ortaya çıkması demek. Dağılım tabii ki adaletli değil. Fakat hiç olmamasından, hiç çalışılamamasından, hiç gezilememesinden daha iyi. Üstelik de turizmin ülke ekonomisine, ödemeler dengesine katkısı büyük. Türkiye de turizmden önemli bir gelir elde ediyor ve kendisini bu şekilde dünyaya da tanıtıyor.
2019 yılında 34,5 milyar dolar elde eden Türkiye’nin bu yıl için beklentisi geçtiğimiz günlerde gazetecilere açıklama yapan Turizm Bakanı Ersoy’a göre 37 milyar dolar. Jeopolitik sarsıntılar, salgın ya da terör gelişleri etkilemezse bu hedefin aşılması bile mümkün. Umarım iç turizm de canlılığını sürdürür, geçim şartlarının zorluğu insanların artık hakkı olan tatilden alıkoymaz. Turizm yine kitleselleşir, herkesin ulaşabileceği bir ihtiyaç haline gelir.
Evet, özellikle dışarıdan, başka ülkelerden gelecekler için tanıtım önemli. Kampanyalar, gazeteci ve sosyal medya kanaat önderleri daveti gibi etkinlikler gerekli. Gastronomi de ülkenin cazibesini arttıran faktörlerden biri. Bir başka önemli etken de fiyat-kalite dengesi. Fark yaratmak için aynı servisi sunan yerlerden daha ucuz, pek çok açıdan daha makul olmanız şart. Hepsinden önemlisi de servisin kalitesi ve servisi sunanın güler yüzlülüğü.
Suratı asık bir resepsiyon memuru, ters bir servis elemanı ya da rahatsız bir yastık dahi bir tatili tatsız, “turisti” mutsuz, gidilen yeri umutsuz hale getirebilir. Benzeri sınır kapıları açısından da geçerli. Pasaport kontrolü yapan polislerin güler yüzle “Türkiye’ye hoşgeldiniz” dediği bir Türkiye turistin gözünde bambaşka bir Türkiye olur. Bir de üstüne bu Türkiye insan haklarının ihlal edilmediği, hukukun üstünlüğünün tartışılmadığı bir yer olursa.
Benim, eşimin işi dolayısıyla gezdiğim, gördüğüm yerlerden edindiğim izlenim Türkiye’de müthiş bir turizm potansiyeli olduğu, bunun henüz çok küçük bir kısmının realize edildiği, Bakan Ersoy’un bu yılki hedefinin bir kaç yıl içinde çok daha fazla aşılabileceği yönünde. İnsana biraz daha yatırım yapılırsa, otellerde, restoranlardaki güler yüzlü çalışanların tanıtım filmlerinde yer alması sağlanırsa, Türkiye’nin hoşgörü ülkesi olduğu teması işenirse şansımız daha da artar gibi geliyor.
Uzun erimli bir planlamayla turizmin 12 aya ve her bölgeye yayılması da mümkün. Türkiye sadece güneş, kum ve deniz satmamalı. Zaten iklim değişikliğinin her şey gibi yakın bir gelecekte bu tür turizm anlayışını da değiştirebileceği görülmeli. Ama halen satılabilen bir anlayış da ihmal edilmemeli. Bu toprakların zengin tarihinden, doğal kaynak ve güzelliklerinden çıkartılacak çok fırsat, anlatılacak çok hikaye olduğu da unutulmamalı.
Bir başka unutmamamız gereken de turistin sadece “batılı” ve “beyaz” olmadığı, keyfi için dolaşan, harcamak için parası olan bir insan türü olduğu ve siyasetle turizm arasında doğrudan bağlantı bulunduğu. Daha açık şekilde söylersek turistin Arap, Afrikalı, Hintli, Çinli ya da başka bir yerlisi olabileceği, bizim hepsine aynı sıcaklık ve mesafeyle yaklaşmamız, renk, ırk, din ve köken körü olduğumuzu ispatlamamız gerektiği. Sorunumuzun az olduğu, sorunların yüksek sesle konuşulmadığı, kamuoylarına mal edilmediği ülkelerden de daha çok turistin geldiği.
Belki çoğumuz farkında değiliz ama turizm çok büyük bir endüstri. Bir ucunda pazarlama şirketleri var öteki ucunda taşıma, arada da oteller ve restoranlar. Onların tedarikçisi olan çarşaftan yatağa tuvalet kağıdından sofradaki domatese ürünleri sunan şirketler ve bazen çiftçiler. Büyük bir otelin yönetimi de aynı ölçekteki bir fabrikanın yönetiminden hiç farklı değil. Birisi ürün, diğeri servis satıyor. Milyonla çalışan da Türkiye’de bu sektörden geçiniyor.
Ekolojik dengeler bozulmadan, gelir dağılımındaki uçurumları derinleştirmeden, gelebilecek kimseye kapıları kapamadan bu endüstrinin çarklarının dönmesi gerekiyor. Merkezi yönetim kadar turizmden fayda uman yerel yönetimlerin de bu konuda düşünmesi, küçük yerlerin Alaçatı, Bodrum örneklerinden ders çıkartması, mesela mimari dil birliğinin çekim gücü yaratabileceğini idrak etmesi şart.
Bu konuda doğal olarak yazacak, söyleyecek daha çok şey var. Ama ben okuma sabrınızın sınırlarını zorlamadan yapabilen herkese adı ister turizm olsun ister başka şey iyi bir tatil, gündeliğin koşuşturmasından, hayatın ve çalışmasının zorlamasından kısa da olsa bir kaçış diliyorum. Kaçış için ille de bir yere gitmenin gerekmediğini, önemli olanın farklı bir şey yapmak olduğunu, istersek okuduğumuz bir romanla, istersek gittiğimiz bir sergiyle, dinlediğimiz bir müzikle bunu başarabileceğimizi düşünüyorum. İyi ve huzurlu bir pazar günü temennisiyle…