Sırada biz mi varız?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın TBMM’ni açış konuşmasında söylediği bir kaç kelimenin ciddi yankıları oldu, içeriğini tartışmak, İsrail’in topraklarımızda gözü olup olmadığını konuşmak için özel bir kapalı oturum dahi düzenlendi. Hem oturum sonunda oluşan kanaatten, hem de konunun doğrudan muhatabı tarafından yapılan açıklamalardan bu tehdidin çok da güncel olmadığı, tarihi ve dini belgelere dayandığı anlaşıldı.
Akif Beki de üç gün önce köşesinde bu belgelerdeki coğrafi referansların bizim sınırlarımıza kadar ulaşmadığını Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan İslam Ansiklopedisi’ne dayanarak ortaya koydu. Yani günün birinde fanatik bir İsrail Başbakanı ya da bir başkası devletinin sınırlarını binlerce yıl öncesinde var olduğuna inandığı noktaya çekmek istese bile bunun Türkiye’yi içermediğini renkli üslubuyla vurguladı.
Bu doğal olarak İsrail’den çekinmememiz, onun günün birinde bize tehdit oluşturmayacağını varsaymamız anlamına gelmiyor. Her şeyden önce savaşın değişen doğası, hibrit ve sınırsız oluşu, ayrıca İsrail’in bu alanda çağrı cihazlarından telsizlere gösterdiği başarı ona ve ondan aktarılacak teknolojiye karşı dikkatli olmamızı gerekli kılıyor. Üstelik dünya siyasetinde her şeyi de “niyet” belirlemiyor.
Şu an hiç niyeti olmasa bile yaratacağımız bir fırsat, doğuracağımız bir boşluk sadece İsrail’in değil tüm yakın ve uzak komşularımızın iştahını kabartabilir, çıkar ya da güvenliklerini korumak adına toprak bütünlüğümüze ve siyasi istikrarımıza dışarıdan müdahalede bulunmaya, işgalden kalkışma düzenlemeye her türlü opsiyonu değerlendirmeye kalkabilirler.
Tarihimiz bunun seçkin örnekleriyle dolu. Rusya’nın gözü oldum olası Boğazlara takıldı. İngilizler bizden Kıbrıs dahil az yer almadı. İtalyanlar önce Libya’yı ve On İki Ada’yı ele geçirdi, ardından da Anadolu’ya talip oldu. Yunanlılar hep aleyhimize genişledi, fırsat versek şimdi de Ege’de ve Akdeniz’de genişlemeye devam edecekler. Ermenistan için de durum çok farklı sayılmaz.
Balkan Savaşlarını ve Bulgaristan’ı da unutmayalım derim. BAE’nin bile nelere kadir olduğunu yakın zamanda yaşayarak öğrendik. İran hakkında da, Amerika hakkında da söylenecek çok şey var. Gelecekte Almanya’nın ya da Fransa’nın bizim açımızdan tehdit oluşturmayacağını kimse garanti edemez. Unutmayalım ki Çin de dahil gücü olan her devlet potansiyel risk demektir.
Bizim açımızdan önemli olansa riskleri hesaba katıp zamanın ruhuna ve dengelerin yapısına uygun ittifaklar kurmak, kendi askeri ve onu destekleyecek ekonomik gücü ayakta tutmak, toplumsal kırılma noktalarını başkalarının suiistimal etmeye yeltenemeyeceği şekilde onarmak, ülkede yaşayan hemen herkesin düzenin bekasına verdiği siyasi rızayı demokratik yöntemlerle her an yeniden üretmeye hazır olmaktır.
İsrail’in bizim için yarattığı ve ileride yaratacağı en büyük tehdit bölgesel istikrarsızlığı körüklemesi, kendisine yönelik saldırılara verdiği cevabı orantısallığın ötesine taşımasıdır. Hiç kolay olmamakla birlikte insan katliamına, soykırıma varan uygulamalara gösterdiğimiz haklı tepkiyle bu ülkenin bizim için oluşturduğu tehdidi bir birinden ayırmamız, en azından yönetim düzeyinde farkı görmemiz şarttır.
Çözüm daha fazla tırmanma da değil Filistin sorununun yönetiminde, farklı ajandaları olan aktörlerin 7 Ekim 2023 benzeri oldu-bittilerle tüm bölgeyi savaşa sürükleyebilecek tasarruflarını engelleyecek tedbirleri almaktadır. Bizim Arap dünyasıyla olan ilişkilerimizin sağlıklı sürmesi için de Araptan çok Arap olmamaya özen göstermemiz, yakın geçmişteki tecrübelerimizden ders çıkartmamız gerekir.
Türkiye insan haklarından hukukun üstünlüğüne, Amerika ile ilişkilerinden ekonomisine kadar var olan tüm sorunlarına rağmen güçlü bir ülkedir. Dengelerini kollayabildiği, uygulamadaki dış ve güvenlik politikasından duygusal veya popülist nedenlerle taviz vermediği takdirde ne İsrail’den ne de başka bir ülkeden çekinmesi, onları risk olmanın ötesinde değerlendirmesi anlamlıdır.
Bizim siyasi enerjimizi bölgenin istikrarını sağlamaya, savaşın yayılmasını önlemeye, ağır insan hakları ve insancıl hukuk ihlalleri karşısında Güney Afrika örneğinden yola çıkarak yasal imkanları kullanmayı öğrenmeye ihtiyacımız var. Çünkü belli ki içinde yaşadığımız bölge bundan önce olduğu gibi bundan sonra da çok sorun üretecek, bizi hissettiğimiz aidiyet yüzünden içine bir şekilde çekecek.
Türkiye bölge ve dünya siyasetinin giderek kayganlaşan zemininde bir yandan caydırıcılığını teknolojik atılımlarla güçlendirmek diğer yandan da bölgesindeki istikrarın ana direği olduğunu dünyaya ama herkesten önce kendisine göstermek zorunda. Bizim sanırım artık yeni bir stratejik anlatı oluşturmamızın, daha rafine ve detaylı bölge bilgisine sahip olmamızın, Filistin sorununu şablonlar ötesinde görmemizin zamanı geldi.
Aslında bunun da teorik ve tarihsel zemini toplumsal hafızada ve akademik mevzuatta mevcut. Son bir kaç yüzyıllık imparatorluk ve cumhuriyet diplomasisi bugün literatürde Realizm diye bilinen bir anlayışla yönetildi. Türkiye topraklarında gözü olan büyük devletlerle bu diplomatik vizyonla mücadele etti, İkinci Dünya Savaşı’na girmediyse rasyonalitesini bu gerçekçilikten aldı.
İstersek toplum ve rejim olarak çok daha akılcı olabilir, gerçek güvenlik çıkarlarımızla sanal olanları, bizi rahatsız eden olaylarla güvenliğimize yönelik tehditleri birbirinden ayırabiliriz. Sonra da bunların her birine karşı izlememiz gereken politikaları, elimizdeki imkanlar ve araçlar doğrultusunda belirleyebiliriz. Belki de her soruna karşı güç kullanmamızın gerekli olmadığını da en azından siyaset ve kanaat önderleri olarak idrak edebiliriz….