NATO zirvesini beklerken…
Kuzey Atlantik İttifakı’nın tarihi zirvelerinden biri gelecek hafta Madrid’de gerçekleşecek. Başka konuların yanısıra 29-30 Haziran tarihleri arasında NATO bir kez daha genişlemeyi, iki yeni üyeyi bünyesine katmayı tartışacak. Ama muhtemelen karar değil niyet beyanı ortaya çıkacak.
İsveç, Finlandiya ve hatta Rusya’dan çok genişlemeyi frenleyen Türkiye konuşulacak. Türkiye direnecek, İsveç ve Finlandiya’dan değişim talebini sürdürecek, olasıdır ki başta Amerika olmak üzere diğer müttefiklerinden de çeşitli konularda politika değişikliği talep edecek.
Uzlaşma teorik olarak hala mümkün. İsveç ve Finlandiya’nın bıraktığı açığı isterlerse ittifakın diğer üyeleri kapatabilir. Mesela Amerika Suriye’de belli gruplara sağladığı destek ya da askeri teknolojinin transferi gibi konularda alacağı kararlarla kolaylaştırıcılık rolü üstlenebilir.
Müstakbel müttefiklerinden önce şimdikiler Ankara’nın güvenlik endişelerine cevap üretebilir. Unutmayalım ki Türkiye’nin amacı ittifakın genişlemesini durdurmak değil. Genişlemeyi koz olarak kullanıyor, direnerek beklentilerinin en azından bir kısmını gerçekleştirmeyi hedefliyor.
Umarız müttefikleri Türkiye’nin taleplerini iç siyaseti üstünden okuma huyundan vazgeçip pazarlık etmeleri, konuşmaları, pozisyonlarından taviz vermeleri şart olan bir durum olarak görürler.
Baskıyla bir yere varamadıklarını idrak ederler de NATO’nun önüne çıkan bu tarihi fırsat değerlendirilir. Biri on yıllardır, diğeri de neredeyse yüzyıllardır tarafsızlığı benimsemiş olan bu iki ülkenin ittifaka çok geç olmadan katılması sağlanır.
Çünkü gecikme onlar için de Avrupa barışı için de istikrarsızlık anlamına gelecektir. İsveç ve Finlandiya’nın değişen askeri ve siyasi statüleri geçiş süreci uzadıkça Rusya için akışını etkileyebileceği bir siyaset alanına dönüşecektir. Bu ülkelerdeki ve dünyadaki güvenlik algısını değiştirici imkanların ortaya çıkmasına ve tabii ki kullanılmasına yol açacaktır.
Amerika’nın Türkiye’ye vereceği hiç bir “taviz” kurucusu ve kurgulayıcısı olduğu ittifakın genişlemesiyle elde edecekleriyle karşılaştırılamaz. Kaldı ki verecekleri hiç bir şey de taviz olarak adlandırılamaz. Yapacakları nihayetinde hatalarının tamiri, Türkiye’nin ittifakın bünyesine ve ruhuna daha güçlü bir şekilde katılmasının sağlanması olacaktır.
Askeri acıdan güçlü, güvenlik endişeleri tatmin edilmiş bir Türkiye ittifakın caydırıcılığına daha çok katkıda bulunabilecek, Rusya ile geliştirdiği özel ilişkilerini daha farklı bir düzeye taşıyabilecek, bu ülkeye olan bağımlılığını azlatmayı daha ciddi şekilde düşünebilecektir.
Amerika başta olmak üzere belli başlı müttefiklerimizin anlaması gereken Türkiye’nin İsrail ve Körfez ülkeleriyle geliştirdiği yeni işbirliği modellerinin bölgesel ihtiraslarını törpülediği anlamına geldiğidir.
Türkiye artık bölgesini yeniden dizayn etmek isteyen bir aktör, dolayısıyla da Amerika’nın çıkarları açısından tehdit değildir. Meşru güvenlik endişelerini ve kazanımlarını korumaya, stratejik otonomisini sürdürmeye çalışan bir devlettir.
Evet, demokrasisi, insan hakları ve ekonomisi sorunludur. Siyasi üslubu tartışmalıdır. Fakat aynı zamanda coğrafyası, tarihi ve daha pek çok özelliğiyle bundan önce olduğu gibi bundan sonra da dünya siyasetinde etkileyici roller oynamaya adaydır. Teker teker sorunları potansiyelinin önüne geçirilmemelidir.
Diğer yandan ittifakın genişleme ve Rusya tehdidiyle tüm diğer sorunlarını aşabileceği de düşünülmelidir. Her ne kadar üstü örtülmeye kalkılsa da Amerika/Avrupa dengesi hala kurulamamıştır.
Ukrayna’daki savaş Amerika’nın Avrupa üstündeki hegemonik ağırlığını tartışmasız bir şekilde arttırmış, ABD, AB’ye eskisinden çok daha şiddetle siyaset dikte etmeye başlamıştır. Avrupa kanadı ise en zor şartlar altında dahi stratejik otonomi talebini dillendirmekten geri durmamaktadır. Güvenlik ve savunma politikalarında derinleştirilmiş ve güçlendirilmiş işbirliği yine gündemdedir.
Bu da beraberinde birbiriyle örtüşen ve aynı zamanda yarışan ittifakları getirmesi olasılığını arttırmakadır. Güvenlik politikaları konsolide edilmiş, küçük de olsa ortak ordusu kurulmuş olan AB’nin başlatacağı bir çatışmanın örtüşen üyelikler yüzünden NATO açısından ciddi sorunlar yaratacağı şimdiden görülmelidir. Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız Kaliningrad gerilimi bu tür krizlerin habercisi niteliğindedir.
Kimsenin konuşmadığı, konuşmak istemediği bir diğer sorun da ittifakın ittifak içi kutuplaşmalar ve krizler konusunda ne yapacağıdır. Fransa ile Yunanistan arasında imzalanana benzer muğlak dahi olsa karşılıklı yardımlaşma içeren ve açıkça bir başka NATO üyesini hedef alan anlaşmaların ittifakın ruhunu zedeler mahiyette olduğu görülmek zorundadır.
Hepsinden önemlisi de temel mantığı caydırıcılığa dayalı NATO’nun caydırıcılığının çökmesi halinde nasıl bir savaş vereceği, birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için anlayışının pratikte çalışıp çalışmayacağı da ciddiyetle ele alınması gereken bir başka ittifak içi sorundur. Yüksek hazırlık düzeyinde ortak görev gücü kurulması da, onun Şubat ayından itibaren riski ülkelere konuşlanması da caydırıcılık ötesinde pek bir anlam ifade etmez.
Berlin ya da Paris için Washington’un feda edilip edilmeyeceği tartışması istense de istenmese de bir kez daha gündemdedir. Savaş, özellikle de nükleer savaş tehditten, mükafattan ve pazarlıktan farklıdır. Askeri teknik hazırlıklarla siyasi sorunlara ve tıkanıklara çözüm üretilemez.
Hazırlık tabii ki önemlidir, gereklidir ama yeterli değildir. NATO terörizm için de çok hazırlık yapmış, 2020 yılında 148 sayfalık kapsayıcı bir manüel (Counter-Terrorism Reference Curriculum) bile hazırlamıştır. Fakat ittifakın güçlü üyeleri kendilerinin de terörist olarak kabul ettikleri bir örgüte farklı ad ve varsayımlarla destek vermeyi, verdikleri desteği meşru göstermeyi yine de sürdürmüştür…