Ne desek boş bu coğrafyanın mayası böyle…
Neden böyle bir başlık attığımı merak edenlerin merakını gidermek için hemen bir örnek sunayım. CHP İstanbul il başkan adayı Cemal Canpolat bir televizyon programında demiş ki: “Kılıçdaroğlu’nun oturduğu koltuk, Mustafa Kemal’in oturduğu koltuktur. Kılıçdaroğlu’na saldırmak, Mustafa Kemal’e saldırmaktır.”
Kutsal tapınma ifadeleri taşıyan bu cümleleri duyunca şaşırdık mı? Hayır, çünkü “Kabe Arabın olsun, bize Çankaya yeter” dizeleriyle Mustafa Kemal’e hamdü senalarını sunan ‘biat’çı şairleri olan bir ülkenin insanlarıyız biz…
21. yüzyılda da bu kutsallık masalları aynen devam ediyor. Bir tarafta Mustafa Kemal üzerinden Kılıçdaroğlu’nu eleştirilemez kutsal bir varlık olarak gören CHP’liler, muhafazakar mahallede ise “Tayyip Erdoğan, Allah’ın bütün vasıfları toplamış bir lider” ve “O bizim için peygamber mesabesindedir” şeklinde adeta buram buram şirk kokan konuşmalar yapan AK Partililer…
Demek ki bu ülkede kutsallar hiç değişmiyor, çünkü bizim kültürümüzde yöneticileri sorgulama, eleştirme kavramları yoktur. İslami değerlere bağlı olduğunu iddia edenler de laik-seküler kültüre iman edenler de aynı kutsal davranış kalıplarıyla hareket ederler. Bu yüzden de Müslüman ülkelerin dindarları da laikleri de asla demokrat değildirler.
Maalesef Müslüman toplumların hemen tamamında sadece dini alanda değil, siyasette ve toplumsal ilişkilerde de belirleyici olan her zaman kutsallar olmuştur. Bu bazen dinin esasına taalluk etmeyen dini ritüellerdir, bazen belli kutsallarla koruma altına alınan siyasi kişiliklerdir, bazen de tarikat ve cemaat liderleridir.
Doğal olarak böyle toplumlarda demokrasi sadece görüntü olarak vardır, oysa demokrasi aynı zamanda bir felsefe ve hayat tarzıdır. Haliyle demokrasi kültürünün içselleştirilmediği toplumlarda, geleneksel kültür kodlarının yarattığı kutsallıklar aynen devam etmektedir.
Aslında bugün yaşanan siyasal krizin en önemli sebeplerinden birisi de çok partili hayatla başlayan demokrasi tecrübelerine rağmen, geleneksel kültür kodlarının bir türlü demokratikleştirilememesidir.
Kabul etmek gerekiyor ki bu toprakların dindar-muhafazakarlarının da ortodoks solcularının da, milliyetçilerinin de, ulusalcılarının da kimsenin dokunmasına izin vermedikleri kutsalları vardır ve onlarla ilgili en küçük bir eleştiriye bile asla tahammülleri yoktur.
Türkiye dahil bütün Müslüman ülkelerde eleştirel düşünce gelişmeden, bu toprakların kılcal damarlarına kadar sirayet etmiş bulunan ‘tek adamcı’ zihniyet değişmeden demokratik düşüncenin hayat bulması hiç kolay değildir.
“Kur’an’a Yabancılaşma Süreci” kitabında “Halk egemenliği ve demokrasi Kur’an’ın önerdiği yönetim sisteminin özüdür” ifadesini kullanan Prof. Dr. Ahmet Akbulut, Siyaset Bilimi Profesörü Ahmet T. Kuru’nun “State Politics and İslam” kitabına dayanarak yaptığı şu yorum dikkat çekicidir: “Aslında demokrasiden kaçış, sorumluluktan kaçıştır. Halbuki Kur’an sorumluluktan kaçmayı onaylamaz. İsra Suresinin 36. Ayetinde, ‘Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz ve yürek, işte bunların hepsi ondan sorguya çekilir’ buyurmaktadır. Müslüman geleneği, halk egemenliği kavramına yabancıdır. Halk egemenliği insanı insana kul mu eder, yoksa insanı yöneticinin kulluğundan kurtarıp özgür ve sorumlu bir varlık mı yapar? Önce bu sorunun cevabını vermek lazımdır. Şurası bir gerçek ki İslam dünyasında demokrasiye, yalnız geleneksel ve radikal Müslümanlar değil, sosyalist ve laikler de karşıdır. Çünkü bunların hepsi klasik Müslüman kültürünün türevleridir.” (s.58)
Hemen belirtelim bir kere Müslüman zihinler, İslam’ı siyasete indirgeyerek onun adına hareket ettikleri iddiasındadırlar, bu yüzden de din-siyaset ilişkisi sorunludur.
Ne yazık ki bu yanlış anlayışın temelinde, Müslümanların Hz. Peygamber’i doğru okuyamamaları bulunmaktadır. Evet Hz. Peygamber Allah’ın elçisidir ama aynı zamanda bir devlet başkanıdır. Ancak onun otoritesi siyasi kimliğinden değil, Allah’ın elçisi olmaktan kaynaklanmaktadır.
Buradaki ayrımı doğru okumak gerekiyor, zira peygamber kendi ifadesiyle diyor ki: “Ben ne kralım ne de sultan, kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” Kısacası peygamber hiçbir kutsallık zırhına ihtiyaç hissetmiyor…
Allah’ın elçisi olmak gibi bir gücü elinde bulunduran Hz. Peygamber isteseydi, herhalde kral da sultan da olabilirdi ama o kibri ve insanlara tepeden bakmayı değil, alçak gönüllü ve mütevazı olmayı seçti. Biri ona seslendiği zaman başını çevirmekle yetinmez, seslenen kişiye gövdesiyle dönerdi. Konuşan kim olursa olsun lafını kesmez, sonuna kadar dinlerdi. Kendisiyle asla övünmez, övünen kişileri de ikaz ederdi.
Ama ne desek boş, bu toprakların mayasında, geleneksem İslam kültürüyle beslenen insanların zihin dünyalarında hala kutsanmış liderler, mitler ve hurafeler hakim. Doğal olarak bu iklimde oluşan siyaset de ancak bu kadar oluyor…