Meğer dindarlar da vesayet özlemi içindelermiş...
Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca belli aralıklarla darbe dönemlerini yaşamış, ancak darbeler sonrasında da “askeri vesayet”in gölgesi hep siyasetin üzerinde var olmaya devam etmiştir.
1960, 12 Eylül, 28 Şubat gibi klasik ya da postmodern darbelerin siyasetin üzerinden silindir gibi geçtiğini ve demokrasinin zeminini tahrip ettiğini hepimiz biliyoruz. Bütün bu süreçler boyunca gerek siyasi partiler, gerekse toplumun farklı kesimleri darbeler ve sonrasında kalıcı hale gelen “vesayet” konusunda ciddi eleştirilerde bulundular. Özellikle 28 Şubat postmodern darbesi konusunda dindar-muhafazakar kesimler ve de bugün AK Parti etrafında yer alan siyasi elitler “vesayet” sistemine karşı adeta siyasal bir savaş vermişlerdi.
Esas itibariyle demokratik siyaset açısından yapılması gereken de buydu ve gereken yapılmıştır. Nitekim 2002’de iktidara gelen AK Parti, 2008’de ciddi bir kapatılma tehlikesi yaşamasına rağmen, siyasetin üzerinde sürekli Demokles’in kılıcı gibi sallanan bu “askeri vesayet” tehlikesini ortadan kaldırmayı başarmıştır.
Ancak şu anda yaşadıklarımız, daha ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuza işaret ediyor. Eğer bu tehlikeye bir ad koymak gerekirse, galiba buna “vesayet”in 21. Yüzyıl versiyonu demek daha doğru olacaktır.
An itibariyle nasıl bir hal içinde olduğumuzu anlamak için, Covid-19 belasıyla uğraştığımız şu günlerde özellikle AK-Parti-MHP koalisyonunun (buna Perinçek küsuratını da eklemek gerekir), ekonomik anlamda yangın yerine dönen ülkenin problemlerini çözmek yerine, nelerle uğraştığına yakından bakmak sanırım yeterli olacaktır.
Hatırlayalım, geçtiğimiz hafta CHP Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır’ın Haber Türk televizyonundaki programda “Devletin ordusu Katar’a satılmış” sözleri üzerinden kelimenin tam anlamıyla siyasi bir fırtına yaşandı. Aslında konuşmanın heyecanına kapılan vekil, moderatörün uyarısı üzerine 30 saniye içinde sözlerini geri almış ve “orduyu kastetmediğini” açıkça beyan etmişti. Zaten bunun bir iktidar eleştirisi olduğu da belliydi...
Ancak sonrasında yaşananlar gerçekten ürkütücü... İktidar cephesi kendisine yönelik bu eleştiriyi öylesine köpürttü ki, meseleyi adeta askere karşı bir kalkışma girişimine kadar götürdü. Daha da vahim olanı, sivil toplum olarak anılan TOBB, TESK, TİSK, Hak-İş, Türk-İş, Kamu-Sen, Memur-Sen gibi kuruluşlar destek için TSK komuta kademesine koştular.
Bir anda hafızalarımızda 28 Şubat’ın o ürkütücü günleri canlandı. Yargı mensuplarının brifing için Genelkurmay’a koştuğu, iş dünyası ve sendikaların darbeye alkış tuttuğu o günlere yani... Eğer galeyan dalgası biraz daha yükselseydi, muhtemelen bu sözde sivil toplum kuruluşlarımız askerin siyasete ‘muhtıra’ vermesini de isteyeceklerdi.
Anlaşılan o ki, pandemi sürecinde iş yerleri kapanan, borçlarını, kiralarını ödeyemeyen, işlerini kaybeden işçilerin, esnafın ve sanayicinin trajik hali bu anlı-şanlı esnaf, sanayi odası ve sendika başkanlarını pek ilgilendirmiyor. Meğer onların, AK Parti-MHP koalisyonu ile birlikte muhafazakar soslu yeni bir “vesayet sistemi” oluşturmak gibi çok daha önemli görevleri varmış...
Galiba bu süreçte esas can yakıcı olan; dindar-muhafazakar kesimlerin ve genel olarak ‘dindarlık’ tanımının kapsama alanı içinde bulunan gazete ve televizyonların gizli bir “vesayet” özlemi içinde olduklarının gün yüzüne çıkmasıdır.
Oysa bütün siyasal tezlerini vesayet karşıtlığı üzerine bina eden dindar kesimlerin, herkesten önce ortaya çıkıp “Orduyu zaafa uğratacak bir tavrı eleştirelim ama askeri siyasete bulaştıran yeni bir vesayet anlayışına da şiddetle karşı çıkalım” diyerek seslerini yükseltmeleri beklenirdi.
Çok ama çok yanılmışız, meğer “askeri vesayet”e karşı olduklarını sandığız dindarlar da içten içe “vesayet” özlemi içindelermiş...