Galiba esas meselemiz liyakatsizlik
Yaşadığımız büyük deprem felaketiyle bir kez daha gördük ki ülke olarak en önemli problemimiz ve de öncelikle çözmemiz gereken mesele liyakatsizlik…
Bugün hep birlikte depremin yaralarını sarmak için seferber olmuş durumdayız, kuşkusuz bugünler de geçecek ama felaketi yaşayanların acıları, travmaları yıllarca sürecek.
Şimdi toplum olarak hepimizi bekleyen soru şu; neden bu kadar büyük bir felakete maruz kaldık, daha da önemlisi felaketten ders alıp yeni bir başlangıç yapabilecek miyiz?
Evet bir deprem ülkesiyiz ve depremleri önlemek gibi bir güce sahip değiliz. Ama depremden korunmak ya da etkilerini azaltmak için imkanlara sahibiz. Eğer “bunlar kader planında var” diyerek tedbir almaz, sağlam binalar inşa edemezsek her felaketin ardından göz yaşı döker, ‘kader’le teselli buluruz ama aynı acıları tekrar tekrar yaşamaya devam ederiz.
Bir kere hemen hiç zaman kaybetmeden yeni depremlerin geleceğini bile bile neden insanlarımızı çürük binalarda yaşamaya mahkum ettiğimizi, neden bina stoklarımızı yenilemediğimizi sorgulamak zorundayız.
Gerçekten de neden?
Herhalde paramız yoktu diyemeyiz, paramız da kaynaklarımız da var. Zira biliyoruz ki sırf “faiz sebep, enflasyon sonuç” fantezisinin yarattığı ekonomik kriz yüzünden Merkez Bankası’nın 128 milyar dolarını yaktık ve dumanını seyrettik…
Yine aynı yanlış politika yüzünden dövizi baskılayabilmek için icat edilen Kur Korumalı Mevduat (KKM) üzerinden faizcilerin ceplerine milyarlarca lira aktardık ve halen de aktarmaya devam ediyoruz.
Sadece imtiyazlı ‘beton lobisi’nin cebine akıtılan milyarlarca doları alt alta toplasak, herhalde bu paralarla depreme dayanıklı binlerce konut yapabilirdik. Ya bir de Kanal İstanbul macerası için milyarlarca dolar akıtılmaya başlansaydı…
Şimdi geriye dönüp baktığımızda yirmi yıldır yönetimde olan bir iktidarın, neden ülkeyi fukaralık noktasına getirdiğini, adalete olan güveni yerle bir ettiğini, eğitimde adeta cehaleti teşvik eder hale geldiğini, depreme hazırlıkta sıfır noktasında olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Biliyoruz ki normal demokratik ülkelerde iktidarlar, ülkenin ekonomik ve beşeri sermayesini rasyonel şekilde kullanırlar. Eğitim, ekonomi, teknoloji ve tarım alanındaki yatırımlarını aklın ve bilimin öngörüsü çerçevesinde gerçekleştirirler. Devletin kurumlarını ideolojik ya da kişisel heveslerine göre değil, modern yönetim anlayışının kurallarına göre şekillendirirler. Çünkü modern devlet kurallı ve evrensel hukuk kurallarına riayet eden devlettir.
Daha da önemlisi anayasal demokrasilerde iktidarlar, yaptıkları her icraat konusunda şeffaf, denetlenebilir olmaya, hesap vermeye ve sorgulanmaya açık olmak durumundadırlar. Demokratik kurumlar anlamında geçmişte de kaliteli bir demokrasiye sahip olmayan Türkiye, ne yazık ki bugün ağır-aksak işleyen kurumların da tahrip olmasıyla birlikte problemlerine rasyonel çözümler üretme kabiliyetini tümden yitirmiş bulunuyor.
Maalesef Türkiye’nin başına adeta deli gömleği gibi giydirilen alaturka sistemde kalite ve liyakat hiçbir anlam ifade etmemektedir. Mesela deprem gibi felaketlere önceden hazırlık yapmak, afetle mücadeleyi koordine etmekten sorumlu AFAD’ın başına yerbilimleri alanında uzman değil, bir ilahiyatçı getirilebilmektedir. Hemen belirtelim ilahiyatçı olmak bir eksiklik değil, tam aksine kendi alanında çok büyük bir değer ifade etmektedir. Kaldı ki AFAD’ın başına sadece ilahiyatçı değil, edebiyatçı da felsefeci de getiremezsiniz. Zira yer bilimleri gibi, tıp, mühendislik ve ekonomi gibi alanlar belli bir uzmanlığı gerektirmektedir. Bir üniversitemizde mimarlık bölümünün başına da ilahiyatçı getirilmişti, sonra istifa ettirildi. İşte bu örnekler, liyakatsizliğin gizlenemez boyutlara ulaştığının en önemli göstergesidir.
Liyakatsizlik öylesine zirve yapmış durumda ki geçtiğimiz günlerde The Guardian gazetesinde depremle ilgili şu yorumu görünce insanın içi sızlıyor: “Türkiye’nin deprem bölgesinde yerle bir olan binaların inşaatına izin verip yeterince denetlemeyen yetkililer en az müteahhitler kadar suçlu. Felaketin sorumlularından hesap sorulabilmesi için önce yolsuzluk, adam kayırmacılık ve açgözlülük sarmalı çözülmeli.”
Peki neden böyle?
Çünkü bu sistemde ekonomi kendi kurallarına göre değil, cumhurbaşkanının talimatlarına göre işlemektedir, yangınlar ancak talimatla söndürülebilmektedir, deprem felaketinde kurumlar kendi inisiyatifleriyle değil, talimatla hareket geçebilmektedir. Eğer liyakat ve kaliteyi esas alan bir zihniyet değişimini sağlayamazsak, şu anda içine düştüğümüz üçüncü sınıf ülke görünümünden asla kurtulamayız.