Vedat Milor yanılıyor olmalı

Cumartesi Yazıları

Geçen haftaki Cumartesi Yazısında şimdiye kadar yemek yazarı olarak tanıdığımız Vedat Milor’un sosyal bilimci kimliğini de gündeme getiren kitabından söz etmiştim. 1990’da California Berkeley Üniversitesi’nde doktora tezi olarak verilmesinden otuz küsur yıl sonra yayınlanabilen eserde yer alan yeni fikirlere, özgün tespitlere ve farklı açıklama önerilerine “akademya”mızın ilgisiz kalmayacağını umarak…

Her ikisi de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra merkezî planlama yoluyla ekonomik kalkınma girişimi başlatmış olan iki ülkeden (Türkiye ile Fransa) biri başarılı olurken diğerinin başarısız olmasının sebeplerine ilişkin özgün bir açıklama modeli var Milor’un.

Özetle, Fransız örneğinin “başarı sırrı” bazen havuç bazen de sopa kullanmak suretiyle belirli sermaye kesimlerini devletin müttefiki haline getirerek, yani tarihsel güç blokuna dahil ederek, planlamanın paydaşı yapmasıdır. Buradaki işbirliği de şöyle işliyor: Devletin kaynak tahsisi yapması karşılığında özel sektör de kısa vadeli kâr hedeflerini terk edip uzun vadeli planlı yatırımlara yöneliyor ve böylece iki tarafın da kazançlı çıkacağı bir ilişki modeli oluşuyor.

Bizdeyse bu başarılamıyor… Yazara göre bunun birkaç sebebi var. Biri, Fransız planlamacıların aksine Türkiye’de devletin yatırımlar için kaynak (fon) üretmekte yetersiz kalması. Diğeri ise siyasi iktidarın ve bürokrasinin üniversite, sendikalar, sanayiciler gibi farklı çıkar beklentileri olan toplum kesimleri ile ittifaklar oluşturamaması.

***

Peki, mesela TOGG girişimi devletin planlayıcı ve destekleyici rolde iş dünyasıyla işbirliği içinde sınai projeler geliştirme modelinin örneği sayılabilir mi? Milor bu konuda ne derdi bilmiyorum ama görüldüğü kadarıyla ayakları eksik olsa da model olarak doğru bir girişim bu. Ancak münferit bir örnek. Herhangi bir planlı kalkınma politikasının parçası değil. Rasyonel veya fizibıl bir yatırım olup olmadığı ise ayrı mesele.
Yine benzer şekilde savunma sanayiinde bugünlerde tartışma konusu olan “özel himaye” modelinin başarısı da ancak sektörün bir bütün olarak devletle ilişkisinin mahiyeti çerçevesinde değerlendirilmek durumunda. Ancak bu tür ilişkilerde vaz geçilmez prensip kamu yararının maksimizasyonu ve özel çıkarların önünde genel çıkarların gözetilmesidir.

Diyeceksiniz ki devletin düzenleyici rolde işin içine girmesi serbest piyasa anlayışına aykırı değil mi? Teşebbüs hürriyeti bundan yara almaz mı? Milor kitabında kapitalist Batı ülkelerinde planlı ekonominin serbest piyasaya veya liberal ekonomiye aykırı sayılmadığını, özellikle belirli sektörlerde stratejik kısıtlamalar uygulandığını, birçok alanda devlet kontrolünün olduğunu örneklerle anlatıyor.

Keza Türkiye’de de “serbest piyasacı” Özal devrinde bile iktisadi planlama vazgeçilmez bir kalkınma aracı olarak görülmekteydi. Zaten Özal da Devlet Planlama Teşkilatı’nda görev yaptığı dönemde ekonomik liberalleşmenin kalkınmayı hızlandıracağı görüşünü yine planlama çerçevesinde savunan bir teknokrattı.

Ancak planlamaya “Bize plan değil, pilav lazım” diyerek itiraz eden siyasetçiler en başından beri hep görülmüştü. “Pilav”dan kasıt kısa vadeli, hatta günlük siyasi ihtiyaçlardı. Kritik konularda günübirlik kararlar alınmasına engel olmaya çalışan DPT nihayet 2011’de, Başbakan Erdoğan’ın kararıyla kapatıldı. “Türkiye’nin bürokratik hafızası” diye nitelenen kadroları dağıtıldı. Yerine ise Kalkınma Bakanlığı kuruldu. Ne var ki yönetimde benzeri hiç görülmemiş şekilde aşırı bir merkeziyetçiliği hedefleyen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne geçilince bu bakanlık da kaldırıldı.

Kurum olarak da kültür olarak da politika olarak da “planlama”nın devlet yönetiminde yeri kalmadı. Öyle ki daha önce planlama teşkilatının üstlendiği birtakım hizmetlere ihtiyaç duyulduğunda bunun için şaibeli Amerikan şirketi McKinsey’den danışmanlık almak istendi. “Devletin kozmik derecede gizli bilgilerinin yabancıların eline geçeceği” itirazları üzerine bu işten de vaz geçildi daha sonra.

***

Vedat Milor’un kitabına dönecek olursak, konunun teorik ve teknik taraflarını bir kenara bırakıp pratik tarafına yoğunlaştığımız takdirde “Devleti Geri Getirmek”ten anladığımız şu: En basit anlatımla planlı kalkınma son tahlilde belirli bir politikanın uygulanmasıyla gerçekleşebiliyor. Bu politika ise bürokrasinin orkestra şefliğinde iş dünyasıyla üniversitelerin birlikte çalışmasını, sendikaların ve meslek örgütlerinin de masada yer almasını gerektiriyor. En azından başarılı örneklerde durum böyle.

Amma ve lakin bugün itibarıyla gelinen noktada ne üniversite var Türkiye’de ne sivil toplum var ne sendika var. Var ama gerçek anlamlarıyla yok. İşlevleriyle yok. Böyle bir tabloda kalkınma veya gelişme yönünde bir ümide sahip olmamız da zor tabii.

Ne diyelim? İnşallah Milor’un açıklama modeli hatalıdır! Kalkınma için öyle çok fazla şeye ihtiyaç yoktur. “Çok yakında dünyanın en büyük ilk on ekonomisi arasına gireceğiz” deyince hemen oluveriyordur o iş.

Orta ve uzun vadeli planlara, bu planların gereği olan çok paydaşlı iş birliği mekanizmalarının oluşturulmasına, stratejik sektörlere devletin yatırım fonu sağlamasına falan da gerek yoktur inşallah. Söz gelimi, “İhracata yönelik üretim ve istihdam ekonomisine geçeceğiz” der demez geçiliyordur istenen modele!

ÇEVİRİ NOTU: Eserin özgün metnini görmediğim için çevirisi hakkında değerlendirme yapmam doğru olmayabilir. Ancak akıcı ve rahat okunan bir çeviri değil elimizdeki. Çevirmenin emeğine saygımız bir yana, en azından yazarın birtakım özgün terminolojik tercihlerinin Türkçeye aktarılmasında güçlüklerle karşılaşıldığı anlaşılıyor. Söz gelimi “egemen alt sınıf grupları” gibi ifadelerle neyin kastedildiğini anlamak kolay değil. Bunun olsa olsa “egemen sınıfın içindeki farklı çıkar kesimleri” demek olabileceğini ancak bağlam itibarıyla kestirebiliyorsunuz. Ancak “sermaye malları sektörleri” gibi ifadelerle neyin kastedildiğini ise bağlama bakarak bile anlamak mümkün değil. Buna benzer çok örnek var maalesef. Ayrıca, İletişim ciddi bir yayınevidir ama, benim ikinci baskısını satın aldığım kitapta tashihi yapılmamış çok sayıda baskı yanlışları vardı. Sonraki baskılarda bunlar gözden geçirilip düzeltilirse iyi olur bence. Hatta mümkünse yazarın metni kendisinin yeniden çevirmesi, belki özetleyerek Türkçe olarak yeniden yazması eserin değerinin daha iyi anlaşılması ve yararlı olması için gerekli görünüyor.

YORUMLAR (78)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
78 Yorum