Ümmeti bölen siyaset, aileyi yıkan kadın!
AK Parti genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son açıklamaları partisindeki problemlerin tabanda “duygusal” zeminde ele alınmasını hedefleyen bir yaklaşımı gösteriyor. Yeni parti kurma hazırlığı içinde oldukları söylenen Gül, Davutoğlu ve Babacan’a kırgın olduğunu söylemesi, “dava” vurgusu ve “ümmeti bölüyorsunuz” eleştirisi yapması bunun işareti.
Ancak partisindeki çözülmeyi siyasi olmaktan çok dinî gerekçelere bağlaması muhtemelen önümüzdeki günlerde çok tartışılacak bir husus. Çünkü AK Parti’den ayrılıp başka bir parti kurmayı “ümmeti bölmek” diye tanımlamak kendi partisi dışındakileri kategorik olarak ümmetin dışında kabul etmek demek olur ki gerçekte bu yaklaşımın “ümmeti böldüğü” söylenebilecektir.
İkincisi, “dava” ve “ümmet” gibi sembolik kavramların toplumun geniş kesiminde karşılığı olmadığı düşünüldüğünde “merkez parti” kimliğinin iyice gözden çıkarıldığı gibi bir algıya yol açılabilecektir. Bunun akla ve mantığa uygun bir yönelim olduğunu söylemenin imkânı yok ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son zamanlarda giderek daha fazla kullandığı retorik ister istemez böyle bir varsayımı ciddiye almayı gerektirebilir.
***
Bir ihtimal, “dava, ümmet, beka…” retoriğinin etkileyeceği kesimin toplumda artık eskisinden çok daha büyük bir oran oluşturduğu düşünülüyor olabilir. Nitekim 17 yıllık iktidar döneminde atılan adımların ve hususen İmam Hatip okullarının çoğalmasının, Türgev gibi kuruluşların faaliyet ölçülerinin devasa boyutlara ulaşmasının, medya sektöründeki değişikliklerin vs. toplumsal zihniyeti dönüştürücü etkisi olduğunu savunanlara rastlıyoruz.
Bunun doğru bir düşünce olmadığı basit birtakım gözlemlere dayanarak hemen gösterilebilir. Aslında bunun için çok fazla uzağa gitmeye, çuvalla para harcayıp kamuoyu araştırmaları falan yaptırmaya gerek yok. İstanbul’daki 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde bu retoriğin hangi sonucu verdiğini hatırlamak yeterli.
Haddizatında, yönetim zaaflarının artışıyla birlikte “dava, ümmet, beka…” retoriğine duyarlı kesimin kontrolünün de giderek zorlaştığını gösteren emareler var ortada.
Sözgelimi “iktidar yapıları” içinde eli yüzü düzgün kalmış nadir unsurlardan biri olan KADEM’in iktidarın “çekirdek taraftar kitlesi”nin gözünde şeytanlaştırılmasına yönelik kampanya ilginç bir örnek.
Birçok kadın kuruluşuyla birlikte KADEM’in de destek verdiği İstanbul Sözleşmesi (tam adıyla Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi)’nin “her türlü cinsel yönelim sahibi bireyin şiddete ve ayrımcılığa karşı devlet güvencesinde olması” çağrısı “eşcinsel birliktelikleri Türk toplumuna dayatmak” diye yorumlanıyor ve aile yapımızın temeline dinamit yerleştirildiği ileri sürülüyor.
***
Kadınların toplum içinde uğradığı eşitsizlikleri veya maruz kaldıkları şiddeti engellemeye yönelik faaliyetleri ve yasal düzenlemeleri “aileyi yıkma” komplosu olarak gören bir zihniyet var karşımızda. Bu zihniyetin sahipleri aslında dünyadaki kadın hakları mücadelesinin çok gerisinde yer alan, hatta “kadın-erkek eşitliği” prensibini dahi kabul etmeyen KADEM’in yalnızca şiddet mağduru kadınlara sahip çıkmasını bile İslam’ın öngördüğünü düşündükleri hayat tarzına aykırı buluyorlar. Daha doğrusu, geleneksel yapıları veya toplumsal alışkanlıkları din olarak görüyorlar.
“Kadının yeri evidir” mottosuyla ifade edilen bu yaklaşım aslında kadınların hiçbir şekilde toplumsal hayat içinde yer almasını kabul etmeyen bir zihniyetin ifadesi. Bugüne kadar AK Parti iktidarlarından aldıkları cömert destekle büyüyen bazı gruplar “kızların okutulmasına, kadınların çalışmasına” bile olumsuz gözle bakıyorlar ki bugünün dünyasında ve bugünün toplumunda böyle bir vizyonun yerinin olabileceğini, bir geleceğinin olabileceğini düşünmek bile ürkütücü. Ne var ki bu görüşler mevcut hükümeti tehdide varan bir gözüpeklikle savunulabiliyor ve iktidar vazgeçemediği “dava ve ümmet” retoriğinin hatırına bunlara karşı tavır alamıyor.
İktidar açısından bir kısırdöngü demek bu. Bir yanda “dava, ümmet, beka…” retoriğini toplumla iletişiminin ana aracına dönüştürmüş olması yüzünden geniş kitleye erişiminin daralması… Diğer yanda bu retoriğin yegâne alıcısı durumundaki “çekirdek taraftar kitlesi”nin taleplerine cevap verme imkanının kısıtlılığı…