Size lider mi lazım, kurtarıcı mı?
Muhalefet cephesinde seçimin ilk turundan beri moraller bozuk, sinirler gergin, kafalar karışık. İkinci tura da o dağınık psikoloji içinde girildi zaten. Ama şimdi artık sakinleşmeye çalışmak, “Biz nerede hata yaptık” diye düşünüp tartışmak gerekmiyor mu?
Bunu yapmak yerine alelacele suçlu aramaya çıkmak veya bütün meseleyi “Kılıçdaroğlu kalsın mı gitsin mi” tartışmasına indirgemek doğru mu?
Konuşulanlara bakarsanız, eleştiri adına “Kılıçdaroğlu niye aday oldu, onun yüzünden kazanamadık” cümlesi dışında söylenen bir şey yok. Analitik bir değerlendirme arayışı yok. İzlenen siyaseti, uygulanan stratejiyi, seçmeni harekete geçiren fikirleri, toplumdaki algıları, hassasiyetleri vs. konuşan kimse yok.
Siyaset değil konuştuğumuz. Fikirler değil, algılar değil, strateji değil, nerde yanlış yaptık değil, nasıl değişir değil.
İsimleri konuşuyoruz yalnızca. Ahmet gelirse, Mehmet giderse… Ama biraz da öyle olmak zorunda. Çünkü siyaset diline, gelecek vizyonuna, yönetim programına, yol haritasına oy vermiyor seçmenin çoğunluğu. Ahmet’e veya Mehmet’e veriyor.
Gelgelelim Ahmet’in, Mehmet’in donanımı, eğitimi, birikimi değil bizi kendisine çeken. Tuttuğunu koparması, bir. Bize benzemesi, iki. Yani aslında “biz” demek olmalı liderimiz. Ama aynada gördüğümüzden daha başarılı veya daha becerikli bir biz.
İktidarı, muhalefeti fark etmiyor. Sağcıda, solcuda fazla şey değişmiyor. Hepimiz her şeye gücü yeten bir lider istiyoruz başımızda. Bir kurtarıcı istiyoruz. Alsın götürsün bizi, başarıdan başarıya ulaştırsın. Destanlarda, masallarda, filmlerde, şiirlerde, hatta tarih kitaplarında olduğu şekilde…
Brecht gibi, “Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar? / E bir aşçı olsun yok muydu yanında?” diye sormak pek aklımıza gelmiyor. Mesele kazanma kaybetme meselesi olunca başarıyı da başarısızlığı da başka yere yormuyoruz.
“Kılıçdaroğlu yüzünden kazanamadık” diyen muhalifler de aslında “Bize kurtarıcı lazımdı. Kılıçdaroğlu iyi bir kurtarıcı değildi” demek istiyorlar sanki. O anlamda haklılar belki. Ancak halkın yüzde 48’inin oyunu alabilmiş bir adayın pekâlâ yüzde 50 de alabileceği -yani bu adayla da kazanmanın mümkün olduğu- düşünülürse meselenin tek başına ve kesinkes aday meselesi olmadığı görülebilir.
Yüzde 48’den, 50’den söz ediyoruz ama esasen seçimin yapıldığı günün şartları itibarıyla muhalefet blokunun çok daha yüksek oranda oy alabilmesi, adayın kim olduğunun da önemli olmaması gerekirdi.
Bunun gerçekleşmemiş olması bu süreçte izlenen siyasetin kusur ve zaaflarıyla izah edilmek durumunda herhalde.
Seçmenin yaklaşık yüzde yetmişini teşkil eden milliyetçi-muhafazakâr sağ kitlenin ancak sınırlı bir bölümünün altı ok amblemine mühür vurmaya razı edilebilmiş olmasıdır yaşanan hadise.
AK Parti’nin oyları 2002 seviyesine düşmüş olsa da Erdoğan sağın bütün renklerini bir araya getirerek oluşturduğu “iktidar bloku” sayesinde seçimin galibi oldu. Nitekim aynı modeli daha önce CHP de başarıyla uygulamış, sağ partilerle oluşturduğu “muhalefet bloku” İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını kazanmıştı.
Bu seçimde de Kılıçdaroğlu muhalefet blokunun adayı olarak yarışa girdi ama aynı başarı sağlanamadı. Bu olumsuz sonucu yalnızca adayın kimliğine bağlamak bazı problemlerin gözden kaçırılmasına ve dolayısıyla bunlara karşı önümüzdeki süreçte de hazırlıksız kalmaya yol açabilir.
Yüzde 70’lik kitlenin hassasiyetlerine yeterince cevap verememek en başta…
Seçim sürecinde HDP/PKK ve hatta FETÖ iltisakı suçlamalarına tatmin edici şekilde karşılık verilememiş olması bu sonucun ortaya çıkmasında bütün her şeyden daha fazla etkili olmuş görünüyor.
HDP’nin kendi adayını çıkarmayıp Kılıçdaroğlu’na destek vermesi, Demirtaş’ın -nasıl oluyorsa- cezaevinden günde üç kere tweet atıp sürekli gündemde kalması ve bu arada Kandil’deki terör elebaşılarının alışılmadık tuhaflıktaki mesajları Millet İttifakına yönelik suçlamalara inandırıcılık kazandırdı. Muhalefetin ciddiye alınacağına pek ihtimal de vermediği bu suçlamaların bütün iletişim kanalları devreye sokularak sürekli ve sistemli olarak devam ettirilmesi durumu değiştirdi.
Burada Kılıçdaroğlu’nun da kabahati var, diğer beş partinin liderlerinin de.
Gerçi her şeye rağmen yine de sonucun böyle olacağını çoğu kişi tahmin etmiyordu ama bu durum siyasetçinin ve bilhassa liderlerin sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor.
Muhalefet seçimde başarısız oldu. Bunun tartışma götürür yanı yok. Mamafih, ecnebilerin dediği gibi, leğendeki kirli suyla beraber içindeki bebeği de sokağa atmak gerekmiyor.
Sonuç muhalefet blokuna başarı getirmedi ama farklı gelenekleri temsil eden altı partinin aynı amaçla bir araya gelebilmesi, ortak hükümet programı üzerinde uzlaşma sağlamaları ve nihayet bir ortak cumhurbaşkanı adayı çıkarabilmeleri -sonucu değiştirmeye yetmemiş olsa da- bundan sonraki süreçte atlama taşı yapılabilecek bir “başarı” değil mi?
Hatalar eksikler belirlenip yine bu noktadan yola devam edilmesi gerekmez mi?
Yüzde 48 elbette başarısızlık. Ama bu yüzde 48 aynı zamanda korunması gereken bir kazanım değil mi?
Bu yüzde 48’i yüzde 50 yapmanın yolunu aramak gerekmiyor mu?
Kılıçdaroğlu’nun bundan sonra yeniden aday olması, hatta partisinin başında kalması söz konusu olmasa bile inşa ettiği siyaset modelinden ne muhalefet blokunun ne de CHP’nin bir anda vaz geçme lüksü var mı?
Ana muhalefet partisinde yönetim değiştiğinde “Helalleşme siyasetini terk ediyoruz, birleşe birleşe kazanma stratejisini çöpe atıyoruz, farklı toplum kesimlerine ulaşmak istemiyoruz, bundan sonra kendi yağımızla kavrulacağız” mı diyecekler?
Değişim de değişim deyip duran CHP camiasının bu hususta ne düşündüğü önemli.