Seçim mi savaş mı
Seçim ortamında doğal olarak gerilim artıyor. Siyasetçiler bazen ölçüyü kaçırıyor. Siyasi programlarını, projelerini, adaylarının özelliklerini, ülke için yapmak istediklerini topluma anlatmakta zorlanınca rakiplerini gözden düşürmeye yöneliyorlar. Hainlik suçlamaları, hırsızlık iddiaları, ahlaksızlık imaları gırla gidiyor. Aslında bunu yapan siyasetçi yalnızca rakibine değil, bütün olarak siyaset kurumunun saygınlığına, güvenilirliğine zarar verdiğinin ve dolayısıyla bindiği dalı kestiğinin farkına varamıyor. Ne yazık ki kendi varlığını siyasetin varlığına armağan etmiş olan bazı medya organları da aynı durumda.
Unutulan veya fark edilemeyen nokta bir ülkenin iç barışı olmadığında siyasi hedeflerin de yerine getirilmesinin mümkün olmadığıdır. Ne ekonomide ne de dış politikada karşımıza çıkan sorunları toplumun huzurunu muhafaza etmeksizin çözmenin imkânı var. Bilhassa yönetim sistemiyle ilgili aksaklıklar çözüme kavuşturulmak için demokratik bir atmosferin varlığını gerektiriyor.
Siyasi partilerin bugünkü gibi cepheler oluşturmaları, bu yetmiyormuş gibi aralarındaki ihtilafları ölçüsüz ifadelerle tanımlayarak toplumda kutuplaşma oluşturan bir siyaset dilini kullanmaları bu ülkenin “beka”sı için gerçek bir tehdit oluşturur. Rakip partiyi, karşı görüşü ülkenin varlığı için tehdit olarak algılamak siyasetin sınırlarının dışına çıkıldığını gösterir.
Siyasi sistemi düzgün işleyen ve bununla birlikte toplumun refahı belirli bir seviyenin üstünde olan ülkelerin hiçbirinde iç düşman retoriğine rastlanmazken demokratik yapısını geliştiremeyen, türlü problemlerle boğuşup duran ülkelerde devleti yönetmeye talip olan grupların birbirlerine rakip değil düşman muamelesi yapmaları dikkat çekici olmalı.
***
Siyasi mücadelenin savaş retoriğiyle sürdürülmesinin gösterdiği bir diğer can sıkıcı problem bu ülkede anayasal manada bir toplumsal bütünleşmenin yeterince gerçekleşmemiş olmasıdır. Daha düz ifadeyle modern anlamıyla millet olmayı başaramamış olmamızdır. Düşünsenize, bütün anketlerde “belediye başkan adaylarının hangi özelliklerini göz önünde tutarak oy vereceksiniz” sorusuna alenen “partisini” cevabını verenler büyük bir yekûn oluşturuyor. Projelerine bakacağım vs. diye cevap verenlerin de aslında bunu rüşveti kelam kabilinden söylediklerini, çoğunluğun maalesef böyle bir ölçüsünün olmadığını biliyoruz.
Bizim ülkemizde bir belediye başkanı şehri çok kötü de yönetse, hatta görevini suiistimal ederek halkın çıkarlarına zarar da verse partisi onu aday yaptığı zaman o şehrin nüfusunun siyasi eğilimleri doğrultusunda yeniden kolayca seçilebilir. Beğenmediğimiz Avrupa ülkelerinde rastlanmayan bir tutum.
“Bir işveren olsanız, sahip olduğunuz fabrikada çalıştıracağınız mühendiste ne gibi özellikler ararsınız?” sorusuna muhatap olan aklı başında hiç kimse “hemşerim olmasına bakarım, akrabam olmasına bakarım, benim tarikatımdan veya benim partimden olmasına bakarım” cevaplarından birini vermez herhalde. Herkes çalıştıracağı kişinin donanımına, tecrübesine, güvenilirliğine bakar. Oysa belediye başkanı adaylarında böyle özellikler arayanlar azınlıkta.
Demek ki devleti “kendimize ait” görmüyoruz. İyi yönetilmesinin bizim çıkarlarımızla ilgisini fark etmiyoruz. Siyasetçilerin patronu olarak da görmüyoruz kendimizi. Devlet çoğumuzun gözünde ele geçirilecek bir mevzi. Ele geçirdikten sonra kendi aşiretimizden, kendi kabilemizden olanlarla paylaşacağımız bir ganimet kaynağı. Çünkü devlet bizim olmadığı için devletin malı da bizim malımız değil. “Devletin malı deniz yemeyen domuz” diye utanç verici bir bakış açısı atasözü olarak dolaşıyor dilimizde.
***
Demek istediğim bugün seçim münasebetiyle bir kere daha karşımıza çıkan siyasi retorik probleminin kaynağı politik çekişmeler değil sosyolojik yapımız.
Bu anlayışın değişmesi için görev kime düşüyor? Öncelikle toplumun seçkinlerine tabii. Aydınlar, sanatçılar, bilim adamları, gazeteciler… Vatandaşlık bilincinin ve milli birlik kavramının anayasal anlamının toplumca benimsenmesi için elimizden geleni yapmak zorundayız. Siyasette savaş dilinin yerine demokratik mücadele dilinin hakimiyeti için çaba göstermek zorundayız. Ancak başta bizim mesleğin mensupları olmak üzere kamuoyuna yön verme imkanına sahip seçkinlerimizin de ya organik irtibatları veya çıkar ilişkileri dolayısıyla kabile mensubiyetleri öne çıkıyor ve maalesef bunların çoğu yangına körükle gidiyorlar.
Ne var ki toplumsal bilincin gelişmesi bazen duraklar ama geriye gitmez bu süreç. Onun için her şeye rağmen ümitli olmakta fayda var. Toplumsal gelişmenin önüne engel olarak dikilmiş olan unsurların kısa vadedeki çıkarlarına karşılık orta ve uzun vadede kaybedecekleri muhakkak. Yani görevini yapmayan veya görevini suiistimal eden toplum seçkinleri kendilerine zarar veriyorlar aslında.