Savaştan çıkmadık seçimden çıktık
Rahmetli Erbakan Hoca vatandaştan kendi partisi için oy isterken “Takım tutar gibi parti tutmayın” uyarısında bulunurdu. Bunu söylerken, körü körüne sürdürülen parti sadakatinin insanları “Ülkeyi kim daha iyi yönetir” sorusunu sormaktan alıkoyduğunu anlatmak istiyordu. Çünkü ideal olan, oy kullanacak kişinin kendi kendine bu soruyu sorup aklının ve vicdanının vereceği cevap doğrultusunda hareket etmesidir. Ama öyle olmuyor, her ne olursa olsun tuttuğu takımı desteklemekten vaz geçmesi düşünülemeyecek taraftar gibi oy veriyor seçmen. Buna politik sadakat diyoruz.
Benim gözlemime göre, üç çeşit “politik sadakat” duygusu oy verme tercihlerimizi belirliyor: İdeolojiye sadakat, partiye sadakat ve lidere sadakat. İdeolojik angajmanla oy kullananlar en geniş kesim. Sağcı seçmen solcu partiye, solcu seçmen de sağcı partiye hiçbir şart altında oy vermiyor. Partiye sadakat işler yolunda gitmiyorsa belli ölçülerde gevşeyebiliyor ama ideolojik kamplar arasında geçiş yine mümkün olmuyor. Lidere sadakat duygusu ise en alttaki en zayıf halka olmakla birlikte bazı nadir durumlarda partiye sadakatin ve hatta ideolojik sadakatin bile önüne geçebiliyor. Bir ülkede ancak kırk yılda bir ortaya çıkan karizmatik popülist liderler kitlelerinden aldıkları sınırsız destekle siyasetin bilinen bütün kurallarını alt üst ediyorlar.
Siyasi tercihlerimizi rasyonel değil duygusal faktörler belirliyor çok büyük oranda. Onun için de seçen ile seçilen arasında güçlü duygusal bağların kurulabildiği, seçenin kendisini seçilen ile özdeşleştirdiği durumlarda siyasi sadakat giderek lider kültüne dönüşebiliyor.
***
Mamafih hangi seviyede olursa olsun taraftarlık demek sadakat demek. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor taraftarlıkları gibi aynı. Erbakan haklıydı yani. Sinede taraftarlık varsa rasyonel değil, duygusal tercihler rol oynayacaktır seçimlerimizde. En gevşek şekliyle bile olsa taraftarlık duygusu devreye girdiğinde seçmenin kişisel çıkarları doğrultusunda oy kullanması beklenmemelidir. “Taraftarı olduğumuz” partinin izlediği politikalardan kişisel olarak zarar görsek bile politik duruşumuzu değiştirmeyi kolayca düşünmeyebiliriz. Bu bizim rasyonel olmayan tabiatımız.
Taraftarlık rolü kişilerin kimlik algıları ve aidiyet duyguları ile birebir ilgili olduğu için angajmanların terk edilmesi kolay değil. Siyasi angajmanlar “Bizim parti başarısız oldu” diye terk edilmez. “Bu parti artık beni temsil etmiyor” diye terk edilebilir ancak. Yani temsil ve özdeşlik algısı bağlıyor bizi siyasi kulübümüze.
Bunun için her seçimin sonunda “Bizimkiler kazandı” veya “Bizimkiler kaybetti” duygusu oluşuyor insanların çoğunda. Halbuki seçim dediğimiz olay vatandaşlar arasında ülkeyi kimin daha iyi yöneteceğine karar verme işleminden ibarettir. Burada birilerinin kazandığından, birilerinin kaybettiğinden söz etmek bile çok doğru değil aslında. Ağız alışkanlığıyla ve mecazi olarak “demokratik yarış”tan ve kazananlar ile kaybedenlerden söz ediyoruz. Ama yine de en nihayet sportif bir yarıştaki rekabet burada seçime benzetilen olgu; savaştaki galibiyet veya mağlubiyet değil kastedilen.
***
Geçtiğimiz pazar günü ikinci turunu tamamladığımız Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından oluşan atmosfer bu anlamda kaygı verici. Şurası muhakkak ki seçim sonuçlarına herkesin tahammül göstermesi gerekir, çünkü burada tecelli eden milletin iradesidir. Gelgelelim gazetelere, televizyonlara, sosyal medyaya bakınca görüyorsunuz ki karşı tarafın verdiği oya tahammül göstermeyenler var. Üstelik, kaybeden tarafta da olmayan -belki sayıca az ama sesi çok çıkan- bir kesim tahammülsüzlük bayrağını yükselttikçe yükseltiyor.
Seçim olmuş bitmiş, üstelik destekledikleri aday kazanmış ama hâlâ öfke ve nefret diliyle konuşmaya devam ediyorlar. Aşağılamalar, sövgüler, tehditler, şeytanlaştırmalar, hedef göstermeler bir türlü kesilmiyor. Nasıl dolmuşsa yürekleri, sandıktan istedikleri sonucun çıkması bile öfkelerini soğutmaya yetmemiş. Başka türlü bir sonuç çıksaydı ne yapacaklardı, kim bilir. Her işte bir hayır vardır. Allah böylelikle bizi bir kardeş kavgasının içine düşmekten muhafaza etmiş belki de.
Kaybeden tarafın sonucu içine sindiremeyip kazanan tarafa kızması bir yere kadar anlaşılabilir de kazananların kaybedenlere kızgınlığının her geçen gün daha da artmasını anlamak zor. “Bize iktidarı kaybetme korkusu yaşattınız” diye mi kızıyorlar ötekilere acaba? Kendileri gibi düşünmeme suçunun cezasını mı ödetmek istiyorlar? Kendileriyle aynı görüşte olmama kötülüğünün intikamını mı almak peşindeler? Yoksa kazandıklarına mı tam manasıyla inanamıyorlar? “Tehlike hâlâ geçmedi” diye mi düşünüyorlar?
Bu son derece korkutucu, tehlikeli bir psikoloji. Kimse kimsenin düşmanı değil oysa. Mevcut siyasi iktidarın demokratik yolla değişmesini arzu etmiş olmak suç da değil, ayıp da değil. Vatana ihanet de değil, dinden dönmek de değil. Vatan da din de sizin gibi düşünmeyenlerin elinden alabileceğiniz kişisel oyuncaklarınız değil zaten.
Bir sakinleşin artık. Tuttuğunuz takım maçı kazandı. Keyfini çıkarın. Öfke mutsuz eder insanı, unutmayın. Keskin sirke küpüne zarar…