Milletlerin zenginliği, milletlerin enerjisi
Adam Smith’e göre milletlerin zenginliği tarım, sanayi ve ticaret aracılığıyla elde edilir. İnsanların rasyonel kişisel çıkarlarının peşinde oldukları ekonomi dünyası (piyasa) kendi haline bırakıldığında görünmez bir elin idaresi altında kusursuz şekilde işler. Hangi ülkede piyasa daha serbest ise o ülke daha zengin olur. Dolayısıyla daha güçlü olur.
Ne var ki milletlerin “gücü” yalnızca ekonomik zenginlikle açıklanamayacak kadar girift bir konu. Çünkü ayrıca -ekonomiyi de kapsayan- jeopolitik zenginlikleri var milletlerin. Bu tür zenginliği ise ülkenin coğrafi konumu, topografik özellikleri, iklim şartları gibi değişmeyen faktörler ile nüfus, kültür, ekonomi, siyasi yapı gibi değişebilir faktörler oluşturur.
Nüfus aslında diğer değişken faktörleri de kapsayan bir değer sayılabilir. Çünkü nüfus özellikleri ekonomik yapının da siyasi işleyişin de en büyük belirleyicisi.
Bu arada, nüfus özellikleri derken hesaba katılmayan -ama katılması gereken- “milletlerin ruhu” diyebileceğimiz bir değişken de var bence. Milletlerin haletiruhiyesi veya milletlerin psikolojisi de diyebiliriz buna belki. Ya da milletlerin enerjisi… Büyük ölçüde tarihten bugüne taşınan maddi ve manevi bagajların ağırlığı altında oluşan bir tür kolektif bilinçaltı.
Tarihte de günümüzde de milletlerin kendilerine özgü “kişilik özellikleri” olduğunu ve bu kişilik özellikleri doğrultusunda hareket ettiklerini görebiliyoruz. Yorgun milletler var, zinde milletler var. İddialı milletler var, iddiasız milletler var. Tok (başarıya, zenginliğe vs. doymuş) milletler, var aç milletler var. Hırslı milletler var, heyecansız milletler var…
Milletlerin böylesi özellikleri doğrultusunda takınmış oldukları tutumlar, üstlendikleri roller, yaptıkları eylemler tarihi şekillendiriyor. Savaş, barış, rekabet, uzlaşma, saldırganlık, yayılma, içe kapanma vs. gibi tercihler milletlerin belirli zamanlarda takındığı ruh haline göre belirleniyor.
Bu ruh hallerine göre de güçlü milletler zamanla güçsüz düşebiliyor. Zenginler yoksullaşabiliyor. Elbette tersi de oluyor; zayıfların güçlendiğini, yoksulların zenginleştiğini görebiliyoruz tarihte. Demek ki yalnızca piyasanın serbest veya kontrollü olmasına bağlı değil zenginlik ve yoksulluk.
Ünlü spor ekonomisi yazarı Simon Kuper geçen hafta sonu Financial Times’ta çıkan yazısında ilginç bir malumat aktarıyordu. Norveç petrol fonu başkanının “Biz Avrupalılar iş hayatında Amerikalılar kadar hırslı değiliz” mealindeki sözünden hareketle: OECD verilerine göre Amerikalıların ortalama bir iş günü Avrupalıların iş gününden bir saat daha uzun. Amerikalıların yıllık çalışma süresi 1811, Almanların 1341 saat.
Ekonomileri geliştikçe, diyordu Kuper, Amerikalılar kazandıkları paranın daha fazlasını kazanmaya yöneldiler, Avrupalılar ise geçmişte atalarımızın davrandığı gibi davrandılar. Çalışıp temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra servetlerini çoğaltmak için ömür harcamaya değil, kendilerine boş zaman ayırmaya öncelik verdiler.
Ben bu farkı “milletlerin enerjilerindeki fark” ile açıklayabiliriz diyorum. Görmüş geçirmiş Avrupa’nın hayattan beklentileri ile hayatının baharında henüz kanı kaynayan Amerika’nın arzuları aynı olamaz herhalde.
Unutmayalım ki İbn Haldun milletlerin tarih sahnesine hırslı, iddialı, cevval göçebeler olarak çıkıp yerleşik (hadari) hale geldikten sonra hırslarının törpülendiğini tespit etmişti.
Ancak milletlerin haletiruhiyesinde gerçekleşen değişimleri açıklayan tek bir şema yok.
Brzezinski meşhur “Büyük Satranç Tahtası”nda jeopolitik önemi olan ama jeostratejik oyuncu olmayan ülkelerden söz eder. İngiltere, Japonya, Endonezya bunlar arasındadır.
“Eski görkemli günlerinin anılarıyla dinlenen sınırlı bir jeostratejik oyuncu” dediği İngiltere’nin bu durumunu “Avrupa’nın geleceğiyle ilgili hırslı bir vizyonu yoktur” diye açıklar.
Almanya ve Fransa’nın ise vardır. Her ikisi de önemli jeopolitik eksenler olmalarının yanında hırslı ve iddialı vizyonlarıyla güçlü birer jeostratejik aktördürler.
Rusya’nın “gittikçe daha fazla dile getirdiği jeopolitik hırsları vardır.” (Kitabın ilk yayın tarihi 1997.)
Çin’in ise “tarihinden aldığı büyük güçle ve kendisini dünyanın merkezi gören bakış açısıyla daha büyük iddialarda bulunması muhtemeldir.”
Buna karşılık “Japonya dünyadaki en üst ekonomik güçlerden biri olarak birinci sınıf siyasi güç uygulama potansiyeline sahiptir ama bunu uygulamamaktadır.”
“Güneydoğu Asya’daki en önemli ülke” olan Endonezya iç sorunlarından başını kaldıramadığı için bölgesinde bile etkin bir aktör olarak varlık gösterememektedir.
Endonezya’nın tersine kendisini bölgesel bir güç olarak yapılandırma sürecinde bulunan “Hindistan’ın hem komşularına hem Hint okyanusundaki bölgesel rolüne dair ileriye dönük jeostratejik bir bakış açısı vardır.”
Önemli birer jeopolitik eksen durumundaki Türkiye ve İran bir bakıma jeostratejik oyuncular olarak da görülebilirler. “Ancak her iki ülke de pek çok iç sorunla karşı karşıyadır ve her ikisinin de temel bir bölgesel değişiklik yapma kapasiteleri sınırlıdır.” (Alıntıların kaynağı: Brzezinski, “Büyük Satranç Tahtası”, çev. Yelda Türedi, İnkılap Y., 2005)
Öyle anlaşılıyor ki -en azından Brzezinski‘ye göre- küresel sahnede “jeostratejik oyuncu” olarak yer alabilmeniz için jeopolitik özelliklerinizin yeterliği kadar hırslı ve iddialı bir millet olmanız da gerekli.
Brzezinski’nin çeyrek asır önce Türkiye için yaptığı tespit ise hâlâ geçerli görünüyor. İddialı bir milletiz, hırslıyız, istekliyiz, tarihte yarım kalmış bir hesabı kapatmak istiyoruz. Bu bakımdan Almanya, Çin gibi ülkelere benziyoruz. Ama vizyonumuz rasyonaliteye değil, hamasete dayanıyor. Eylem yok, söylem var. Dahası, toplumun enerjisini rasyonel bir vizyonun gerçekleştirilmesi hedefine kanalize edebilecek bir elit kesimi yok Türkiye’nin.
Bunun yanısıra, ülkeler arasında olduğu gibi bir ülkenin içindeki bölgeler veya toplumsal kesimler arasında bile heyecan ve hırs derecesi farklı olabiliyor. Mesela bugün Türkiye’de özellikle Karadeniz ve Doğu kökenli vatandaşlarımızın siyasette ve ticarette nispeten daha atılgan oldukları gözleniyor. Buradaki ekstra canlılıkta eğitim seviyesi gibi objektif faktörler değil toplulukların toplam enerjisi rol oynuyor.
Savaşların, siyasi çözülmelerin, iktisadi gerilemelerin, doğal afetlerin ve bunlara bağlı göçlerin üst üste yaşandığı son iki yüzyılın “tarih yorgunluğu”ndan daha az veya daha çok etkilenen coğrafyalar var belki... Sosyal bilimcilerin üzerinde çalışması gereken bir konu…