‘Madem öyle işte böyle’ hukuku
Adalet duygusu sevdiğimiz insanların haklarının korunması, sevmediklerimizin cezasını bulması arzumuz değildir. Kim olursa olsun haklının hakkını almasına, kim olursa olsun haksızın cezasını bulmasına razı olmaktır. Bu duygunun kurumlaşmış tezahürüne hukuk diyoruz.
Hukuk medeni toplumların kurumudur. Medeniyet öncesi toplumlarda yasa ve kurallar kabile üyeleri için geçerlidir. Yabancılar için veya düşmanlar için farklı cezalar uygulanır. Ayrıca kabile içinde de bazıları bazılarından daha haklıdır daima.
Hukukun üstünlüğü -yani yasaların herkes için geçerli olması- fikri medeniyet çağında ve o da geçen asırlar boyunca tedrici bir şekilde gelişmiştir. Bugün bu fikir neredeyse insanlık aleminin tamamında hâkim fikirdir. Aksinin savunulması hiç kimsenin aklına bile gelmez. Ne var ki uygulamada durum öyle olmayabilir. Çünkü evrensel dediğimiz değerlerin içeriğini her toplum kendi kültürü çerçevesinde doldurur.
Bizdeki siyasi yargılamalara bakın… Belirli kesimlerin diğerlerinden intikam alma aracı olarak birtakım gönüllerde yer alıyor hepsi. Yassıada’dan 12 Mart yargılamalarına, Ergenekon mahkemesinden Gezi davasına… Hepsinde taraftar tribünleri var. “Madem öyle işte böyle… Bize çektirdiğiniz acıları şimdi biz size çektireceğiz” diyerek kenardan tezahürat yapanların motivasyonu ne yazık ki adalet duygusu değil. İntikam arzusu.
Keza yasaların ve kuralların herkes için geçerli olması prensibine de yabancıyız biz. Bize serbest onlara yasak olabiliyor bazı şeyler. Çünkü bütünleşmemiş veya sonradan bütünlüğünü kaybetmiş toplumsal yapılarda ortak “ahlak normları” olmuyor. Dolayısıyla herkesi bağlayan bir hukuk da inşa edilemiyor. Nasıl ki böylesi toplumlarda devlet ortak hukuk çatısı değil, “ele geçirilen bir mevzi” demekse yargı gücü de aynı amaçla ele geçirilen bir silah.
***
Ne yazık ki Türkiye’de “hukuku savunma hattı” özellikle bugünkü siyasi konjonktürde tehlikeli bir tuzağa dönüşmüş durumda. Zira hukuksuzluklar “ötekilere” karşı sergileniyor ve dahası bu ötekilerin bir kısmı bizim nezdimizde “kötü insanlar” olabiliyorlar, değerlerimize düşman olabiliyorlar, hatta “darbe taraftarı” veya “terör destekçisi” olabiliyorlar. Bu durumda haksızlığa uğramaları bizi üzmüyor. Yapılan haksızlığa itiraz edenler ise “Sen de onların safında mısın” tepkisine maruz kalıyorlar, ihanetle suçlanıyorlar. Bu gürültü altında “Devlet hukuk demektir, hukuku korumak devleti korumaktır” diyemiyorlar. “Adalet kendi sevdiklerinin haklarını teslim etmek değil, sevmediklerinin haklarını tanımaktır” diyemiyorlar. Daha doğrusu, diyorlar da dinletemiyorlar.
Kavala olayı ortada. Beş yıldır tutuklu olarak yargılanan, bu süreçte mahkemelerin verdiği beraat ve tahliye kararlarına karşılık derhal başka bir mahkemece yeni bir iddianame hazırlanarak cezaevinden çıkması önlenen ve nihayet daha önce beraat ettiği bir suçlamadan müebbet cezaya çarptırılan bir kişinin durumundan söz ediyoruz. Bu kişinin kim olduğu, kendisini sevip sevmediğimiz, fikirlerini beğenip beğenmediğimiz önemli mi bu noktada?
Voltaire’e atfedilen “Fikirlerinize katılmıyorum ama bu fikirleri savunabilmeniz uğruna canımı bile veririm” sözünü boşuna mı tekrarlayıp duruyoruz her mikrofonu elimize aldığımızda?
***
Neyse ki olumlu belirtiler de var bu milletin vicdanını ve adalet duygusunu tümden kaybetmediğine dair. Muhalefet partilerinin Kavala konusunda yaptıkları eleştirileri siyasetin gereği sayabilirsiniz. Söz konusu kişinin ideolojik çizgisine ve temsil ettiği değerlere yaklaşımı hiç de olumlu olmayan siyasetçilerin bile itirazlarını bu gerekçeyle görmezden gelebilirsiniz. Ancak görünen o ki vicdan rahatsızlığı iktidar muhitlerine kadar ulaşmış durumda.
MHP geleneğinin önemli isimlerinden, Gün Sazak’ın oğlu, Süleyman Sazak mahkeme kararı açıklandığında “Osman Kavala’yı ideolojik olarak kendimden farklı görürüm. Bugünden itibaren Osman kardeşimdir, adalet bu kararı verenlere haramdır” diye bir tweet atmıştı, hatırlarsanız. Devamında ise “Fikren beğenmediklerimizi adaletsizlikle yok edemeyiz. Gerçek adaletle her fikrin saygısını kazanırız, işte ülkücülük budur” demişti. Voltaire’in sözünün başka türlü ifadesi değil mi bu yaklaşım?
Yine hatırlarsanız, Sazak birkaç ay önce attığı “Türk milliyetçisinin yegâne hassasiyeti bölücü terör mü? Dilimiz, töremiz, ahlakımız, estetiğimiz, ekonomimiz yok ediliyor, ne gam” tweetiyle MHP üyeliğinden istifa ettiğini duyurmuştu.
***
Söz konusu mahkeme kararına tepki gösterenlerden biri de eski AK Parti milletvekili Hüseyin Kocabıyık oldu. Erdoğan’ın da öteden beri fikirlerine ve analizlerine değer verdiğini bildiğimiz Kocabıyık, kamuoyu önünde pek fazla görünmez ama her kriz anında daima rasyonel çözüm yanlısı tutumuyla sağduyunun sesi olurdu partisinde.
Yine sağduyu adına kendisini ortaya attı Kavala mahkemesi dolayısıyla… “Bizimki de nasıl bir kader böyle! Tüm hayatımızda CHP’nin 1946’da yaptığı seçim hilesini tenkit ettik. 2019’da İstanbul’da bir benzerini biz yaptık. Hayatımız boyunca Menderes’i ipe çeken zalim hâkim ve savcılara lanet okuduk; şimdi onların benzerleri vicdansız hükümler kuruyorlar” şeklindeki tweetinin ardından -kendisine verilecek bir ceza bulunamadığından olsa gerek- eşi valilik görevinden alındı!
Ne olursa olsun, önemli olan bu sesleri boğmaya çalışanların varlığı değil, bu seslerin varlığı… Başka birçok örnek daha var… Partisinin, cemaatinin, “mahalle”sinin tepkisinden çekinmeden doğru bildiğini söyleme cesareti gösteren kişiler bunlar. Bir anlamda kral çıplak diyebilen çocuklar…
Her şer bir hayrın da habercisi olabiliyor. Kabileler çağından kalma mevcut linç düzeni bize yargı kurumunun siyasi hesapların ve hesaplaşmaların üzerinde kalmasının lazım geldiğini ve devleti ayakta tutmak için hukuku ayakta tutmak gerektiğini teorik olarak değil fiilen anlatıyor.