İstanbul’da ve Gazze'de ramazan
İslam alemi mübarek ramazan ayını idrak ederken İsrail ordusu Gazze’de vahşi katliamını sürdürüyor.
Buna karşı ancak orada burada protesto gösterileri yapılıyor, elden başka bir şey gelmiyor. Bir de özellikle Türkiye’de “boykot kampanyaları” yapılıyor. İsrail’e destek verdiğine inanılan bazı firmaların ürünlerinin tüketilmesine karşı çıkılıyor.
Ne var ki birçok insanın büyük bir iyi niyet ve içtenlikle katıldığı boykotun uygulanışıyla ilgili ciddi belirsizlikler var. Söz gelimi adı geçen firmaların Netanyahu hükümetinin katliam siyasetine destek verdiklerine kim hangi kanıtlara göre karar veriyor, belli değil.
Daha büyük bir problem ise bu süreçte İsrail ile ticaretini sürdüren Türk firmalarına bir şey diyemeyip konuyla ilgisi bile tartışmalı olan firmaların hedef alınmasındaki “tutarsızlık”. Büyük bir handikap bu. İyi niyetli insanların gayretini boşa çıkaracak bir risk. Çünkü bizim tutarsızlık dediğimiz tutumu başka birilerinin iki yüzlülük olarak tanımlaması da mümkün.
Boykot meselesinde görünen tablo hükümetin içeride en yüksek perdeden Tel Aviv’i lanetlerken dışarıda çok başka bir tonda devam etmesini hatırlatan bir tablo. Türkiye bu süreçte İsrail ile diplomatik ilişkilerini bile kesmedi. Büyükelçiler karşılıklı olarak geri çağrıldı yalnızca.
Netanyahu yönetimine karşı soykırım davasını Türkiye açmadı, Güney Afrika açtı. Güney Afrika’nın açtığı davaya müdahil olarak bile katılmaya uğraşmadık. Kimileri Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) zorunlu yargı yetkisini kabul etmemiş olan Türkiye’nin burada dava açma imkanına sahip olmadığı için bundan geri durduğunu savundular.
Bu husus uzmanlar arasında tartışmalı bir mesele. Çoğunluk Türkiye’nin dava açma hakkına sahip olduğunu düşünüyor. Ancak uluslararası hukuk uzmanları Soykırım Sözleşmesine taraf olmuş bütün ülkeler gibi Türkiye’nin de davaya müdahil olma hakkı bulunduğunda tamamen hemfikirler.
Dışişleri Bakanlığı’nın sitesinde konuyla ilgili verilen bilgi ise şu şekilde: “BM üyesi devletler, BM Antlaşması uyarınca ipso facto (kendiliğinden) UAD Statüsüne de taraf oldukları için, UAD önündeki davalara da taraf olabilmektedirler.”
Öyle anlaşılıyor ki siyaseten uygun görülmüş bir tutum Türkiye’nin bu işin gerisinde durması… Son dönemde aramızı düzelttiğimiz, hatta mali destek sağladığımız Suudi Arabistan, BAE gibi ülkelerin duruşuyla uyumlu bir siyasetten söz ediyorum. Meselenin özü de burası zaten. Mamafih içeriye karşı tabiatıyla başka türlü konuşmak icap ediyor. Mesela Lahey’deki davada Güney Afrika’nın sunduğu dosya içinde bizim Anadolu Ajansı’nın abonelerine servis ettiği haberler ve fotoğraflar vardı diye övünüyoruz.
Buradan yola çıkılarak el altından “Güney Afrika’ya dava açma talimatını Reis verdi, Amerika’yı ürkütmemek için onları maşa olarak kullanıyoruz” şeklinde tuhaf iddialar dolaşıma girdi.
İsrail ile sürdürülen ticaret konusunda da benzer türden “izahlar” yapılıyor. Gelgelelim ABD ordusunda görevli bir Yahudi asker İsrail’in vahşetini protesto etmek için kendini yakarken, Müslüman ve müstakil tüccarımızın tatlı kârlarını yakmak istemeyişleri izah edilebilir bir durum değil.
Burada meselenin üç ayağı var…
Bir: Hükümet siyasi zorunluklar yüzünden İsrail ile ticari ve diplomatik ilişkisini kesemiyor.
İki: Söz konusu ticareti sürdürenler konuya kahve markalarını boykot edenler gibi bakamıyorlar. İşin ucunda büyük paralar var.
Üç: Gazze’de yaşananları yüreği parçalanarak izleyen ama hükümete sonsuz derecede güvenen samimi mütedeyyin insanlar, burada görünen çelişkileri ve tutarsızlıkları ortadan kaldıracak izahlar arıyorlar.
Buldukları izahlara da çoğunlukla hemen inanıyorlar.
Ne var ki 85 milyonu ikna edebilecek türden izahlar değil bunlar. Dolayısıyla özellikle mütedeyyin kesimde bazı çatlak sesler de çıkıyor. “İsrail’e giden gemileri durdurun” diyorlar.
Tam da yerel seçim arifesinde iktidar açısından sıkıntı kaynağı olabilecek bir konu bu. Zira görüldüğü kadarıyla bilhassa İstanbul’daki seçimi kazanmayı bir kader meselesi olarak görüyor AK Parti yönetimi.
Buna karşılık sahadan gelen sinyaller Cumhur İttifakı’nın hiçbir yerde 2023 Mayısındaki desteği sağlayamadığını gösteriyor. En başta seçimin yerel özelliği, “beka” iddiasının etkili olamayışı ve geçen seçimde “mecburen” oy verenlerin bu sefer memnuniyetsizliklerini bildirmek istemeleri işi zora sokuyor.
İktidar kanadının ise yerel yönetim seçimlerinde halka söyleyeceği pek bir şey yok. Seçmeni motive edebilecek bir silaha sahip değiller. Dolayısıyla vatandaşın dini ve milli duygularını harekete geçirmekten başka yol kalmadı yine. İstanbul’da seçim kazanılırsa Gazze’deki mazlumların yüzü gülecek iddiası bunun sonucu. Ayasofya, baş örtüsü, 28 şubat hatırlatmaları bunun gereği.
Bu şartlar altında idrak ettiğimiz mübarek ramazan ayı boyunca İsrail’e giden gemilerin konuşulmasının istenmeyeceği de muhakkak. Yine de bir mitingde vatandaşların açtığı “İsrail ile ticaret utancı sonlandırılsın” pankartını polis marifetiyle kaldırtmak veya karşılaştığı bakanlara bu konudaki eleştirisini ifade edenleri göz altına aldırtmak doğru bir yöntem gibi görünmüyor.