İmamoğlu davasında tuz kokusu
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı aleyhine açılan ve bir türlü bitmeyen ceza davası, başka benzerleriyle beraber, mevcut siyasi düzenin aynası durumunda. İstanbul’daki belediye seçimini iki kere kazanmış bir siyasetçinin başına gelmesi kimseyi yadırgatmayan bir hadise bu. Çünkü YSK üyelerine “ahmak” dediği iddiasıyla açılan bu davada iki yıldan daha fazla ceza alması durumunda Ekrem İmamoğlu aynı zamanda siyasi yasaklı durumuna düşecek. Belediye başkanlığı da elinden alınacak. Yani her halükârda siyasi sonuçları olacak bir karar vermesi gerekiyor mahkemenin.
Ama nedense tam üç yıldır bu karar bir türlü verilemiyor. Kamuoyunun kuşkusu ve muhalefetin iddiası doğacak siyasi sonucun kimin lehine ve kimin aleyhine olacağının henüz kestirilemediği için davanın uzatılıp durduğu şeklinde. Dünkü duruşmada da bu kuşkuları giderecek bir gelişme olmadı.
İmamoğlu’nun kullandığı “ahmak” sözünün muhatabının kim olduğunu belirlemeye yönelik araştırmalar nedense yine tamamlanamadığı için duruşma bir kere daha ertelendi dün. Hukukçular bir hakaret davasının bu kadar uzun süre uzatılmasının görülmüş bir şey olmadığını söylüyorlar. Bilirkişi raporu var, tanık ifadesi var, karar yok.
Savcının dört yıl hapis cezası ve siyasi yasak talep ettiği suçlama hakkında herkes aynı şeyi söylüyor: İstanbul seçimlerinin iptalinin ardından İmamoğlu’nun Avrupa Parlamentosu’nda yapmış olduğu konuşma üzerine İçişleri Bakanı’nın “Avrupa Parlamentosu’na gidip Türkiye’yi şikâyet eden ahmağa söylüyorum” ifadesine cevaben “31 Mart’ta seçimi iptal edenler ahmaktır” demişti. Bunu da gazetecilerin kendisine “Soylu’nun sizin hakkınızdaki bu sözlerine ne diyorsunuz” sorusu üzerine söylemişti. O günlerde bu ifade gazetelerde de “İmamoğlu’ndan Soylu’ya cevap” şeklinde haberleştirildi.
Ama nedense bir müddet sonra bu “ahmak” sözü seçim iptaline karar veren YSK üyelerine söylenmiş kabul edilerek İBB Başkanı hakkında hakaret davası açıldı. Açıldı açılmasına ama o gün bugündür ahmak sözünün kime söylendiğine ilişkin bir kanaate ulaşılamadı. Hatta dünkü duruşmada hâkimin “Bu sözün muhatabının sayın Soylu olduğu belli” dediği kayıtlara geçmesine rağmen sonuçlanmıyor mahkeme. Yani İmamoğlu’na yönelik suçlamanın mesnetsiz olduğu bilinmesine rağmen.
O halde buradaki mesele yargının işleyişiyle ilgili bir mesele olmanın ötesinde bir mahiyete sahip. Yakın zamanda büyük hızla elimizden kayıp gittiğine şahit olduğumuz birtakım değerlerin hatırlanması gerekiyor burada.
Kayıp denildiğinde hep maddi kayıplar aklımıza geliyor. Gerçi maddi kayıplarımız da çok fazla. Özellikle başkanlık rejimine geçildikten sonra iyice çığırından çıkan yönetim zafiyetinin ekonomi alanında ortaya çıkardığı fatura gerçekten inanılmaz. Bu ülkenin vatandaşları olarak her birimizin cebindeki paranın yarısı buhar oldu gitti en başta!
Gelgelelim ekonomik kayıplardan daha fazlası başka alanlarda yaşandı. Sözgelimi akla mantığa ve vicdanlara sığmayan ekonomi politikaları yüzünden paramızın değerinin eritilmesi veya 128 milyar doların buhar edilmesi milletin maddi birikimi adına büyük bir kayıp ama mesela eğitim alanındaki sistem arızası toplum sermayesini eriten bir olumsuzluk.
Devlet kurumlarının işlevsizleştirilmesi, yönetimin şahsileştirilmesi, liyakat kriterinin yerini sadakatin alması vs… bunların hepsi ciddi sorunlar. Sağlık sisteminin geldiği yer ortada… Tarımdaki halimiz ortada… Dış politikada hasar tablosu ortada…. Yolsuzluklar ortada… Ancak devletin temel işlevleri olan “güvenlik ve adalet temini” sahasında sorumluluk taşıyan kurumların çürüme alameti göstermeleri hepsinden daha büyük bir felaketin habercisi.
Devlet kurumlarının parti kurumuna dönüşmesi, siyasi muhalefetle mücadelenin kamu gücüyle ve kamu kaynaklarıyla yapılması, her gün yeni bir örneğine rastladığımız çarpık bir siyaset anlayışının tezahürleri.
Her fırsatta aynı şeyleri söyleyip duruyoruz: Türkiye’nin en önemli problemi hukuk, çünkü her şeyin başı hukuk. Kötü yönetimin de ekonomideki bozulmanın da temelinde hukuk sistemimizin aldığı yaralar var.
Türkiye’deki hukuk probleminin ne olduğu belli. Kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması sonucunda yargı düzeninin siyasallaşması… Siyasi iktidara bağlı bir yargı mekanizmasının devreye girmesi… Yerel mahkemelerin ülkedeki en yüksek yargı mercii ve nihai hüküm makamı olan Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımaması ve bu yolda siyasi iktidardan destek ve teşvik görmeleri… “Kanun önünde eşitlik” ilkesinin fiilen uygulamadan kaldırılması… Yargı kararlarının öngörülebilirliğinin kaybolması…
Demokles’in kılıcı gibi İmamoğlu’nun başının üstünde tutulan dava bu bakımdan kimseyi şaşırtmıyor. Ama bu yaklaşım aynı zamanda atıldığı yere geri dönen bumerang gibi güç sahiplerine de zarar verebilir.
Oysa vaktiyle şiir okuduğu için siyasi yasaklı haline getirilen şimdiki cumhurbaşkanının çevresi, toplumda “deja vu” duygusu uyandıracak işlerden uzak durmalıydı, durmadı. Yine vaktiyle malum “cemaat”in kontrolüne terk edilen yargı kurumunun “özel yetkili mahkemeler” eliyle yaptıklarının nelere mal olduğunu unutmaması gerekenler bu hususlarda daha dikkatli olmalıydılar, olmadılar.
Devleti ayakta tutan adalettir. Siyasi iktidarları da öyle.
Hz. Ali’ye izafe edilen meşhur sözün, Türkçe anlamayanlar için, Arapçasını yazayım: El-Mülkü yebkâ ale'l-küfri velâ yebkâ ale’z-zulmi. Dördüncü Murad’a devletin ayakta kalması için yapılması gerekenleri anlatan Koçi Bey’in tercümesiyle, “Durur küfr ile durmaz zulm ile Mülk.”