İktidarın kendi kalesine golü
Kanal İstanbul projesinin gündeme gelip tartışma konusu olması hiç değilse bugünkü süreçte iktidarın lehine bir gelişme değil. Fantezi olarak kalması gereken bir projenin realize edilmesine yönelik somut adımlar atılacağı “izlenimi vermek” siyaseten doğru olmasa gerek. Böylesi bir projenin kamu yararı taşıyıp taşımadığı konusu zaten umursanmadığı için “siyaseten doğruluk” kriteri gündeme geliyor ama iktidar cephesinin çoktandır siyasi rasyonaliteden uzaklaşmış olması “siyaseten doğru” kavramını da zihninden uzaklaştırdığı için bu konuda ısrara hacet yok. İktidarın siyasi tercihlerinde rasyonalitenin yeri olsaydı özellikle son beş altı sene içinde kutuplaştırıcı siyasetin geleceğinin olmadığı uyarısı yapanları da, başkanlık sisteminin yanlışlığını anlatanları da, İstanbul seçimini iptal etmesinin sakıncalarına dikkat çekenleri de dinlemesi gerekirdi. Bütün bu konularda doğru-yanlış, haklı-haksız gibi ahlaki kriterleri bırakın, “senin için yanlış”, “senin için zararlı” gibi kendi çıkarını gözeten uyarılara bile kulak vermedi iktidar. Dolayısıyla Kanal İstanbul konusundaki siyasetinin -ülke için oluşturacağı riskler bir yana- kendi geleceği için ifade ettiği tehdidi de görmezden geliyor olması şaşırtıcı değil.
Bu noktada, bilhassa İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın meydan okumasına cevap verme zorunluğu hissetmesi iktidarı zora sokmuş görünüyor. Çünkü rakibinin belirlediği şartlarda ve zeminde gerçekleşecek bir müsabakayı kazanması kolay olmayacak.
***
İmamoğlu akıllıca bir taktikle Kanal İstanbul konusunu Erdoğan’a karşı siyasi mücadelenin çıpası olarak belirlemiş görünüyor. Erdoğan’ın birçok sebepten dolayı kamuoyu desteğini arkasına almasının zor olduğu bir alanda gerçekleşecek mücadelenin sonucu 23 Haziran’dakinden çok daha ağır olabilir. Ama durum öyle bir noktaya geldi ki iktidar cephesi bu konuda geri adım atsa bile bu da yine rakibinin kazancı olacak. Yapılması gereken şey bu projenin ısıtılması girişimine hiç başlamamak, İmamoğlu itirazlarını dile getirince belki “şimdilik düşünmüyoruz” gibi bir cevapla konuyu kapatmak olmalıydı. Ama rasyonalitenin bağlarından azade bir siyaset söz konusu olunca böyle olmuyor.
İktidarı bu yanlışlara sevk eden galiba aşırı özgüveni. “Halka güzelce anlatırız, ikna olurlar” diye bakıyor her meseleye. Oysa halkın geçmişte “güzelce anlatılınca ikna olduğu” konularla şimdiki konular çok farklı.
Her yıl milyarlarca dolar bütçe fazlası olan bir körfez şeyhliğinin denizin ortasına yapay bir ada kondurması türünden projeler herhâlde ekonomik sıkıntıları her geçen gün artan, işsizlik problemiyle başa çıkmakta zorlanan bir ülkede pek hoş karşılanmaz. Bu bir yana söz konusu proje gerçekleştiği takdirde ortaya çıkması -muhtemel değil- kesin olan çevresel etkileri ve hepimizin hayatına dokunacak sonuçları insanların çoğu görebiliyor. Bunun yanında, kamuoyundaki hâkim görüş bu işten yalnızca proje bölgesinde arazi toplamış olan birilerinin çıkar sağlayacağı şeklindeyse “kim ne derse desin bu kanalı yapacağız” ısrarı iktidar partisi tabanındaki erimeyi hızlandırmaktan başka sonuç vermez.
***
Aslına bakarsanız hayata geçirilmesi bugünkü şartlarda maddi olarak imkânsız görünen böyle bir projenin siyasi iddia veya siyasi inat konusu olması akıl işi değil. Diyelim ki her şeye rağmen bu projeyi sonuçlandırdınız… Her şeyi kaybederek kazanılan bir zafer olur mu?
Evet, tarihte var böyle bir “zafer”… Milattan önce üçüncü yüzyılın başlarında İtalya’daki Yunan kolonilerini güçlenmekte olan Roma tehdidinden korumak üzere ordusuyla yarımadaya gelen Epir kralı Pirus, yıllar süren bu seferin sonunda Roma ordusunu savaş alanında yenmiş ama bu arada kendi askerini de neredeyse tamamen kaybetmişti. Romalılar askeri kayıplarını telafi edebilecek insan kaynağına sahipken Pirus’a ülkesinden veya başka yerden destek kuvvet gelmemiş olması durumun vahametini açıklayan diğer bir ayrıntı.
Görünürdeki başarının harcanan kayıplara değmediği durumlar için kullanılan “Pirus Zaferi” deyiminde adı asırlardır dillerde dolaşan zavallı kralın “Böyle bir zafer daha kazanırsak mahvoluruz” dediği söylenir. Askeri literatürde de “muharebe kazanmak” ile “harbi kazanmak” arasındaki farkı gösteren bir örnek olarak zikredilir bu olay.
Pirus’un hikayesini Türk siyasetinin güncelliğine uyarlayacak olursak, iktidar partisinin “muharebe kazanma” çabalarının neticede “harbi kaybetme” riski doğurduğu söylenebilir galiba.