Dış güçler hikâyesine neden inanıyoruz?
Kötü yönetimden kaynaklandığı açıkça belli olan birtakım olumsuzlukları “üst akıl, dış güçler” gibi gerekçelere bağlayan açıklamalara bazılarımız nasıl inanabiliyorlar? İnsan davranışlarının mekanizmalarını araştıran psikoloji uzmanlarının bu soruya verdikleri birçok farklı cevap var. Biri şu: Destekledikleri grubun yanlış yolda olduğunu kabul etmenin kendi tercihlerinin yanlışlığını da göstereceği, dolayısıyla kendilerinin de söz konusu yanlışlardan sorumlu tutulacakları düşüncesiyle halihazırdaki tutumlarını meşrulaştırma veya rasyonelleştirme gereği duydukları için.
Ama tek cevap bu değil; çünkü insanların çoğunun taraftarı oldukları partiye veya üyesi oldukları topluluğa ne olursa olsun toz kondurmayışlarının birden fazla psikolojik dayanağı var. Çünkü insanın “hoşlanmadığı gerçeklerle” mücadelesinde devreye giren birden fazla otomatik mekanizma var.
Mesela, bu sütunda daha önce de sözünü ettiğim, tutarlı kalma baskısı bunlardan biri: Herhangi bir konuda herhangi bir tercihte bulunduğumuzda bundan sonraki davranış ve tutumlarımızın bu önceki tercihe uygun olması zorunluğunu hissetmemiz.
Bir başka açıklama bilişsel çelişki -veya zihinsel uyumsuzluk- kuramından geliyor: Bir insan inançlarıyla davranışları arasında uyumsuzluk ortaya çıktığında iç dünyasını rahatsız eden bu uyumsuzluğu çözmek zorunluluğu duyar Prof. Leon Festinger’e göre.
İnsanın bu gerilimden kurtulmasının ise üç yolu olduğunu ileri sürüyor ünlü psikoloji bilgini: Ya davranışını ya gerçeklik algısını ya da değerlerini değiştirmek. Yani mesela ekonomiyi uçuracağına inandığı için oy verdiği partinin ekonomiyi batırdığını gören seçmen ya partisini terk edecek ya ekonominin battığını reddedecek ya da bunun kafa yormaya değecek kadar önemli olmadığına karar verip başka konulara yoğunlaşacak. Dördüncü bir yol yok.
Festinger ve arkadaşları Chicago’daki kıyamet tarikatında yaptıkları gözlemleri Kehanet Çökünce adıyla kitaplaştırdılar.
***
İnsanların inançlarının boşa çıkması durumunda gösterdikleri refleksler de sosyal psikologların çokça ilgilendikleri bir konu. Hem tarihte hem de günümüzde kalabalıkları belirli vaatlerle etkileyip yönlendiren birtakım kültlere rastlıyoruz. Bunlar çoğunlukla kıyamet kehanetleri, beklenen kurtarıcı iddiaları gibi manevi altyapısı olan konular üzerinden kendilerine bağlılar bulabiliyorlar.
Sözgelimi 17. yüzyılın İzmir’indeki Yahudi cemaati içinde ortaya çıkan Sebataycılık böyle bir kült. Sebatay Sevi 1666’da kıyametin kopacağını, kıyametten önce gelmesi beklenen kurtarıcı Mesih’in de kendisi olduğunu ilan etmişti. Kısa zamanda yalnızca İzmir’de veya Türkiye’de değil, dünyanın dört bir tarafındaki Yahudiler arasında çok sayıda taraftar buldu.
Ancak devlete sadık Yahudi cemaatinin şikâyeti üzerine İstanbul’a getirtilip özel bir mahkemeye çıkartıldı. Canını kurtarmasının tek yolunun din değiştirmek olduğunu anlayan “Mesih” hemen kelime-i şehadet getirip gusül abdesti alarak Müslüman oldu. Ardından kendisine 150 akçe maaşla sarayın kapıcıbaşılığı görevi verildi. Aziz Mehmet Efendi adını alan “Mesih”in taraftarlarının çoğu dağıldı ama bir kısmı her şeye rağmen bağlılığını sürdürdü.
“Köprüleri yakarak” ayrıldıkları Yahudi cemaatine geri dönmek zorlarına gittiği için Sabetay’ın yanında kalma tercihinde bulunanlar Firavun sarayında Mısırlı gibi yaşayan Musa’nın durumuna benzetiyorlardı önderlerinin başına geleni. “Sabetay kendi halkını kurtarmak için Müslüman olmuş göründü, biz de aynısı yapmalıyız” diyen -ve 200 aileden oluştuğu söylenen- bu grup da din değiştirmiş görünerek sonradan Sabetaycılar denilecek zümreyi oluşturdu.
***
Sabetay Sevi olayı hakkında “İnsanlar bir inanca sıkıca bağlandıklarında inandıklarının yanlışlığını gösteren en bariz kanıtlar bile inançlarını daha da güçlendiriyor” değerlendirmesinde bulunan Festinger 1955’te Chicago’daki bir kıyamet tarikatının varlığından haberdar olur. İki meslektaşıyla birlikte kimliklerini gizleyerek bu grubun içine girerler.
Uzaylılar tarafından kendisine mesajlar gönderildiğini iddia eden bir kadının çevresinde toplanmış olan tarikat üyeleri 21 Aralık’ta yeryüzünün bir tufan sonucunda yok olacağına ama kendilerinin bir uzay gemisi tarafından kurtarılacağına inanmışlardır. Tarikata sızan sosyal psikologların da gözlemlediği süreçte 21 Aralık gece yarısına kadar beklendiği halde kıyamet kopmayınca grup üyelerinden çok azı inançlarını sorgulama gereği duymuş, çoğunluk ise “İnsanlığa ikinci bir şans daha tanındığı için tufan ertelendi” şeklindeki mesaj doğrultusunda inançlarına daha da sıkı sarılmışlardır. Çünkü yanılmış olmayı kabullenmeleri o güne kadar yaptıkları fedakarlıkların, göze aldıkları kayıpların boşa gitmesi ve diğer insanlar karşısında zavallı durumuna düşmek demektir.
***
Bu deneyden bir süre sonra insanın inancıyla bilgisi arasındaki çatışmanın ortaya çıkardığı psikolojik durumu “Bilişsel Uyumsuzluk” olarak tanımlayıp ilgili teorisini geliştirmiş olan Festinger bilahare yine bu mesele hakkında meslektaşı Merrill Carlsmith ile beraber ilginç bir deney gerçekleştirir. Deneye katılan üniversite öğrencilerine birtakım sıkıcı işler yaptırılır. Sonra bunların her birine bir sonraki deneğe yaptığı işin çok eğlenceli olduğunu söylemesi istenir. Yalnız bu işin karşılığı olarak öğrencilerin bir kısmına 20 dolar, bir kısmına ise 1 dolar teklif edilir, bir kısmından ise bu görev karşılıksız olarak istenir. (1950’lerde bir öğrenci için 20 dolar iyi paradır, 1 dolar da bugünkü 10 dolar gibi bir şey.) Ancak hepsi aynı yalanı söyleyen bu denekler daha sonra araştırmacıların anket sorularına cevap verirken hiç para almayanlar ve 20 dolar almış olanlar yapılan işin sıkıcı olduğunu belirtirler, 1 dolar alanlar ise işten çok keyif duyduklarını ve tekrar yapmak isteyeceklerini ifade ederler.
Çünkü 20 dolar alanlar bu paranın yalan söylemelerine değdiğini düşünerek gerçeklikle bağlarını koparmamışlardır. Para almaksızın bu işi yapanlar da gerçeklikten kaçma ihtiyacı duymamışlardır. 1 dolar alanlar ise bu küçük miktarın yapılan işe değmediğini düşündükleri için gerçeklik algıları ile davranışları arasında ortaya çıkan -ve kendilerini rahatsız eden- uyumsuzluğu gidermek için zihinlerinde gerçekliği deforme ederek deney sırasında yaptıkları işin eğlenceli bir iş olduğuna (yani yalan söylememiş olduklarına) kendilerini inandırmışlardır.
İnsan beyni çok acayip bir makina…