Devleti Geri Getirmek
Cumartesi Yazıları
Yemek yazarı olarak Türkiye’de haklı bir şöhrete sahip olan Vedat Milor’un sosyal bilimci kimliğini geçtiğimiz aylarda “Devleti Geri Getirmek” adıyla yayınlanan çalışmasıyla öğrendik. Ne var ki ünlü gastronomi yazarının akademik kimliğinden habersiz olmamız bizim suçumuz sayılmaz. Çünkü 1990’da California Berkeley Üniversitesi’nde tamamladığı -ve şimdi Türkçeye çevrilmiş bulunan- doktora çalışmasından sonra yavaş yavaş akademik dünyadan kopmuş ve pek yayın da yapmamış. (Nedense başka yayınların referanslarında da adı pek görülmemiş.)
Gelgelelim uluslararası bilim literatüründeki saygın teorik yaklaşımların tatmin edici cevaplar veremediklerini düşündüğü bir konuda cesur ve aynı zamanda ufuk açıcı bir akademik girişime imza atmış Vedat Milor. Bu çabanın devam ettirilmemiş olması üzücü.
Neyse ki çok sevilen yemek yazarımızın akademik çalışması da Türkiye’deki entelektüel muhitlerde ilgiyle karşılandı. (Benim satın aldığım nüsha kitabın ikinci baskısıydı.) Ancak eserde dile getirilen yeni fikirler, özgün tespitler ve farklı yaklaşımlar yeterince tartışılmadı gördüğüm kadarıyla. Oysa “Melemen soğanlı mı yoksa soğansız mı olmalı” probleminden önce “ülkelerin kalkınmasında iç dinamiklerin mi yoksa dış güçlerin etkisinin mi daha önemli bir faktör olduğu” sorusu üzerinde çalışıp bu konuda dikkate değer bir açıklama modeli geliştirmiş Milor.
Biliyorsunuz, Türkiye’de ekonomik geri kalmışlık konusunda başlıca iki popüler “açıklama modeli” vardır. Bunlardan “dış faktör”cü olan ilki, “Emperyalistler ülkemizi sömürdükleri için kalkınamadık” tezi veya bununla aynı kapıya çıkan “Dış güçler kalkınmamıza izin vermediler” faraziyesi. “İç faktör”cü olan ikincisi ise, “Türkiye ve Türk halkı gelişme için gerekli vasıflara yeterince sahip değil” teorisi.
Bu görüşlerin bu kadar “vülger” olmayan ifade şekilleri de var tabii. Sözgelimi “iç faktör” tezini, ekonomik kalkınmanın ön şartı olan girişimci bir sınıfın tarihî ve sosyal birtakım sebepler yüzünden Türkiye’de yeterince gelişememiş olması veya sermaye birikiminin ve iç pazar hacminin yetersizliği gibi sebeplere dayandırarak savunabilirsiniz.
Ama aslında bilimsel literatürde yer alan bu tarz “daha teorik” açıklama modelleri de sorunu kabaca ya -Modernleşme teorisindeki gibi- iç (yapısal) sebeplerle ya da -Bağımlılık teorisinde olduğu gibi- dış etkilerin kaçınılmazlığıyla izah etmektedirler.
***
Marksist ve neo-Marksist “ekonomi politik” kuramlarıyla hesaplaşarak işe başlayan Milor ise gelişme süreçlerinde iç veya dış faktörlerin rolünün yanısıra toplumsal kurumların ve özellikle devletin/bürokrasinin karakterinin de belirleyici olabileceği düşüncesinden hareketle Türkiye ve Fransa’nın gelişme tecrübelerini mukayese ederek bu iki ülkeden biri başarılı olurken diğerinin başarısız olmasının sebeplerini araştırmış.
Fransız tecrübesinde siyasi iktidarın ve bürokrasinin inisiyatifiyle -şirketler, üniversiteler ve sendikalar gibi- konuyla ilgili toplum kesimlerinin katılımı temin edilerek belirli bir kalkınma planı uygulandığını görmüş Milor. Yalnız Fransa değil, “planlı gelişme” Batı Avrupa’daki her ülkenin uyguladığı model. Belki İngiltere diğerlerine göre biraz daha piyasacı. Mamafih Milor’a göre İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte “kaynak tahsisinde devlet müdahalesinin norm haline geldiği” Almanya, İsveç ve Japonya gibi ülkeler, görece daha piyasa odaklı olan ABD ve İngiltere’nin iktisadi performansını geride bırakmışlardır.
“Devleti Geri Getirmek” kitabının ana tezine göre, esas itibarıyla Fransa’yı örnek alan Türkiye’deki planlı kalkınma projesinin arzu edildiği şekilde sonuçlandırılamaması bizde farklı çıkar kesimleri arasında rasyonel ittifakların kurulamamış olmasından kaynaklanıyor. Bunun en önemli sebebi bürokrasi ile iş dünyası arasındaki ilişki modeli dolayısıyla devletin ekonomik süreçlerin organizasyonunda yeterli ölçüde yapıcı bir rol oynayamaması. Bunun da gerisinde Türkiye’deki iktisadi ve sosyopolitik ilişkiler modelinin kendine özgü yapısı var. Çünkü devletin ekonomi aktörleriyle ilişkisi -Gramsci’nin “tarihsel blok” dediği- iktisadi çıkar koalisyonları üzerinden gerçekleşir.
Ancak belirli bir sorun kaynaklı olarak oluşan geçici koalisyonlar ile belirli bir kalkınma stratejisinin uygulanmasında çıkarı olan ittifaklar aynı sonuçlara yol açmadığı gibi, farklı ülkelerde farklı planlama ve kalkınma modellerinin görülmesi tarihsel blokların her toplumda farklı yapılar göstermesinden dolayıdır. Türkiye ile Fransa tecrübeleri arasındaki farklılıklar da iki ülkenin tarihsel bloklarının farklı doğalarından kaynaklanır. Zaten farklı ülkelerdeki planlama politikalarının hazırlanış ve uygulanış süreçlerine bakıldığında tarihsel blokların çözümlemesine kolayca ulaşılabileceği kanaatine sahip Milor. Yani iktisadi planlamanın analizi bize siyasi düzenin analizini de verir.
Yazara göre Türkiye ile Fransa’nın planlama tecrübelerindeki farklar birinin “merkez ülke” ve öbürünün “çevre ülke” olmasıyla değil, bu ülkelerdeki tarihsel blokların doğalarının farklı oluşuyla izah edilmelidir.
Türkiye’de devletin özellikle kamu iktisadi teşekkülleri gibi araçlar üzerinden ekonomiye müdahalesi 1980’lerden itibaren eleştiri konusu olmuş ve bu durumun sebep olduğu olumsuz sonuçlar gerekçe gösterilerek devletin küçültülmesi fikri taraftar bulmuştur. Milor’a göre Türk devletinin ekonomiye müdahalelerinin genellikle olumsuz sonuçlara yol açması, kendi bütçesini rasyonel bir şekilde yönetemediği için belirli sektörlerde planlı üretim süreçlerini desteklemek üzere gereken fonları ayıramaması yüzündendir. Yani sorun ekonomiye müdahale edip etmemek değil, bunun hangi araçlarla ve hangi yöntemlerle yapıldığıdır.
Fransa örneğinde 1945’e kadar sektörel korumacılığa dayalı müdahalelerin arzu edilen endüstriyel gelişmeyi temin edemediği, hatta desteklenen bazı verimsiz şirketlere veya sektörlere haksız kazanç yolu açtığı görüldü. 1945’ten sonra ise bir ölçüde Marshall yardımlarının devreye sokulması sayesinde ama esas olarak devletin büyük mevduat bankalarıyla sigorta şirketlerini kamulaştırmak yoluyla “sektör bazlı olarak” planlanan yatırımlara fon sağladığı bir model gelişti. (Bu arada devletin yalnızca bankalara değil, belirli sektörlerde bazı büyük şirketlere de doğrudan el koyduğunu belirtiyor Milor.)
Ancak en önemlisi, “Devleti Geri Getirmek”ten anladığımız kadarıyla, bazen havuç bazen de sopa kullanmak suretiyle belirli sermaye kesimlerini devletin müttefiki haline getirerek, yani tarihsel güç blokuna dahil ederek, planlamanın paydaşı yapmasıdır.
Buradaki işbirliğinin basit bir mantığı var: Devletin kaynak tahsisi yapması karşılığında özel sektör de kısa vadeli kâr hedeflerini terk edip uzun vadeli planlı yatırımlara yöneliyor ve böylece iki tarafın da kazançlı çıkacağı bir ilişki modeli oluşuyor.
***
Fransa demişken, “Bir savaşı kazanmak için üç şey lazım: Para, para, para” dediği rivayet edilen Napolyon hakkında anlatılan bir hikâye vardır. Korsikalı generalin yenilgiyle sonuçlanan bir muhaberenin ardından başarısızlığın sebeplerini sorduğu subaylardan biri “On farklı sebep var” diyerek saymaya başlamış. “Bir, barutumuz tükenmişti…” Bunun üzerine “Yeterli” demiş Napolyon, “Diğerlerini söylemene gerek yok!”
Tıpkı bu hikayedeki gibi, Fransız planlamacıların aksine Türkiye’de devletin yatırımlar için kaynak (fon) üretmekte yetersiz kaldığını bilmek başarısızlığın diğer sebeplerini saymayı gereksiz hale getiriyor belki de!
Türkiye’de belirli sanayi sektörlerini planlama işinin içine katmak konusundaki başarısızlığın ikinci bir sebebi de Milor’a göre Türk iş dünyasının kendi içinde bir rekabet tehdidi algısına sahip olmayışı. (Yani mesela Anadolu kaplanlarının İstanbul sanayicisini yeni arayışlara mecbur edecek bir dinamizme sahip olmaması.) Bu da Türkiye’deki sermaye kesimlerinin rahatlarını bozacak işlere yönelmeye ihtiyaç duymalarını engelliyor.
Ama asıl faktör bürokrasinin karakteri. Türk ve Fransız devletlerinin iş dünyasıyla ilişkilerinin mahiyetindeki fark aynı politikanın iki ülkedeki farklı sonuçlarının sebebi.
Yerimiz kalmadı, haftaya devam edelim konuya…