Çözümlerimiz günlüktür
Siyasetin tabiatında toplumun istediğini vermek var. Siyasetçiyle halkın ilişkisi bir tür alışveriştir, tabiri caizse alıcıyla satıcının karşılıklı memnuniyetine dayanır. “Alan memnun satan memnun” dediğimiz durum... Vaktiyle bir belediye başkanının metro yatırımları için “yerin altına para gömecek kadar saf değilim. İnsanlar görmedikleri hizmet için oy vermezler” dediğini duymuştuk. Kendi açısından haksız sayılmaz herhâlde ama üstlenmiş olduğu kamu hizmeti bakımından bu yaklaşım hoş görülemez elbette.
Tam da burada trajik bir ikilem karşımıza çıkıyor… Bir yandan baktığınızda toplumun neye ihtiyacı olduğuna karar vermek “jakoben” yaklaşımdır, demokrat tavır değildir, bu yoldan otoriter yönetime hatta diktaya gidildiği düşünülür… Ancak öbür yandan halkın yönetimden talepleri daima günlük problemlerin çözümüyle ilgili oluyor. Ucuz gıda istiyor, istihdam istiyor, çocuklarının üniversiteye gitmesini istiyor…
Bu çerçevede misyonunu halkın isteklerini karşılamak şeklinde belirleyen siyasetçiden sözkonusu isteklerin gerçekleşmesini temin için gerekli olan sistemi, altyapıyı, mekanizmayı vs. kurmakla vakit kaybetmesini bekleyemeyiz. 4-5 yılda bir sandık kurulan bir ülkede yaşıyorsak...
Dolayısıyla siyasetçi günlük sorunlarına günlük çözüm isteyen topluma istediğini veriyorsa bundan dolayı kimi suçlayacağız?
***
Belki de bu problemin halli için siyasetçi zümresi ile toplum arasında bir “aydın tabaka”nın aracılığına ihtiyaç var. Çünkü “sokaktaki adam” ülkeyi yöneten kadroları palyatif tedbirler yerine meselenin kalıcı çözümüne yöneltmek peşinde değildir. Siyasetçi de sokağın arzusunu yerine getirmekten fazlasıyla uğraşmak istemez çoğu zaman.
Ne var ki devlete ait fabrikalar özelleştirilirken, bunu “devlet fabrika işletir mi kardeşim” diye heyecanla savunan “aydın tabaka” mensuplarının, şimdi de devletin tabiri caizse “manav tezgâhı” açarak pahalılık sorununu çözmeye çalışmasını aynı heyecanla savunuyor olmaları asıl sorun.
Burada vatandaşın ucuz gıda talebine siyasi iktidarın kendince bir metodla cevap vermeye kalkışması anlaşılır bir durum. Özellikle de seçim sathı mailinde… Ancak “aydın tabaka”nın günlük çözümü yeterli bulması ve buradaki çözüm yönteminin hiçbir sakıncasını görmemesi anlaşılır değil.
Oysa, söz gelimi, “Tohumculuktan arazi ıslahına ve üretim planlamasına kadar bir dizi alanda tarım politikalarının gözden geçirilip ülke şartlarına uyumlu bir sistem kurulması için çalışmak yerine geçici tedbirlerle vakit geçirmek problemi çözmez” diyebilecek birilerinin de olması gerekiyor ki yarınımızın bugünden daha kötü olmasını önleyecek bir şeyler yapılabilsin. Bu doğrultuda bir toplumsal baskı mekanizması işleyebilsin.
***
Yapılması gerekenler zamanında yapılmadığı için şimdi ciddi bir riskle karşı karşıya olan bir konu da Türkiye’nin her anlamda can damarı olan İstanbul’un imarı meselesi. Yıllardır her fırsatta defalarca şunu yazdım, söyledim kendi adıma:
Türk ekonomisinin taşıyıcı sektörü olarak inşaat sektörünün seçilmesi yanlış değil ama İstanbul’un yanıbaşındaki arazide adeta yeni bir İstanbul inşa ederek doğal çevreyi daraltmak yerine şehrin içinde yer alan çarpık yapılaşmayı ortadan kaldırmak üzere “kentsel dönüşüm” projelerine kanalize edilebilir bu sektör. Böylece hem ekonominin lokomotif sektörünün canlılığı temin edilir hem de İstanbul’un depreme karşı güvenliği sağlanır ve düzenli, planlı, donatı alanları olan, insanca yaşanabilir bir şehir ortamına kavuşturulur insanımız. Böylece ihtiyaç miktarının üzerinde konut üretiminin iç göçü teşvik etmesi de bertaraf edilir...
Bir gazete yazarı söyledi diye derhal dikkate alınması gerekmiyor tabii, ama akla ve mantığa aykırı olduğu iddia edilemeyecek bu öneriler tartışma gündemine bile giremedi onca zamandır. Hatta muhalif siyasetçiler bile bakmadı işin bu tarafına.
Ortadaki sorunlar konusunda iktidarın yaklaşımına alternatif olabilecek çözümler üretemeyen ve topluma başka bir yol öneremeyen muhalefetin kendisini alternatif olarak sunması da mümkün olmuyor tabiatıyla.
Sonuç olarak yanlış iliklenen bir düğme diğer düğmelerin doğru iliklenmesini de imkânsız hale getirdi. Şimdi karşımızda yakın zamanda bir deprem felaketi yaşamamak için dua etmekten başka çare kalmadı.
***
Ancak şu da var ki bu konudaki vurdumduymazlık toplum olarak hepimizin kabahati. Elbette asıl sorumluluk yönetici kadroların ama yalnızca geçen 20 yıldaki siyasi iktidarları veya yerel yönetimleri suçlayarak işin içinden sıyrılmak da doğru değil. Kamuoyunun bu konuda bir hassasiyeti olsaydı siyasetçiler buna bigâne kalamazlardı.
Bakın, toplum olarak hep bir ağızdan patlıcan ve soğan fiyatlarının artışından dolayı feryat figan ettik, siyasi iktidar seçim sathı mailinde bulunmanın da etkisiyle hemen telaşla doğru yanlış bir takım tedbirler almaya yöneldi. Kentsel dönüşüm veya diğer deprem tedbirleri konusunda da benzer bir hassasiyet ve talepkârlık içinde olsaydık burada da bir şeyler yapılmaya çalışılırdı herhalde.