Bizim seçkinlerimiz var mı?
Biliyorsunuz, aristokrasi seçkinlerin (elitlerin) yönetimi demek. Tam sözlük anlamı en iyilerin yönetimi. (Sanılanın aksine, devletin filozoflar tarafından yönetilmesinin en iyi idare şekli olduğunu savunan Aristo’nun adından gelmiyor kavram.) Aristokrat sözü sonradan toprak zengini soylular sınıfının adı haline gelmiş. Onlar da toplumun seçkinleri tabii. Miras yoluyla edinilmiş bir seçkinlik bu. Babadan oğula geçen.
Bir de bugünkü demokratik toplumlardaki seçkinler var. Bugünkü demokratik toplumların seçkinleri o eski aristokratlardan biraz daha farklı bir zümre. Hatta epeyce farklı. Asaletleri tevarüs edilen cinsten değil en başta. (İsmet Özel’in “Benim tevarüs edilmemiş asaletim” dediği şey.) İkincisi, toplumun bugününe veya geleceğine ilişkin karar alma süreçlerinde son sözü söyleme yetkisine sahip kişiler değil bunlar. Daha ziyade yön verme, yol gösterme, tercih önerme işlevine sahipler.
Yine de bu seçkinlerin de toplumun gidişatı üzerinde etkileri yok değil. Özellikle kritik anlarda kimseden korkup çekinmeden, kişisel çıkarını düşünmeden öne çıkıp kalabalıklara yol göstermek hayatî bir rol ve bu rolü oynamak toplumun seçkinlerinin görevidir.
Peki, bugünkü toplumun seçkinleri kim… nasıl tespit edeceğiz… seçkini seçkin olmayandan hangi kriterle ayırt edeceğiz?
İşte bütün mesele bu!
“Teorik olarak” öncelikle aydınlar, yani bilginler, sanatçılar, düşünürler vs. seçkindir. Çünkü toplum içindeki konumları ve değerleri kendilerinin eseridir. Başkaları tarafından verilmiş değildir. Buna mukabil vali, general, büyükelçi vs. gücünü ve önemini makamından alır; kullandığı güç kendine ait değildir.
Siyasetçi de bu anlamda seçkindir, bulunduğu yere halkın tasvibini alarak gelmiştir, atanmamıştır. Daha doğrusu, teorik olarak böyledir.
Gelgelelim bizdeki seçkinlerin aslında ne kadar seçkin olduğu konusu teoriye pek uygun değildir. Söz gelimi bizim siyasetçilerimiz çoğunlukla lider tarafından atanmıştır, halkın desteğini arkasına alarak oraya gelmemiştir, gücünü kendisini atayandan alır.
Ne yazık ki tırnak içinde sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri, sözüm ona kanaat önderleri, kerameti iktidardan menkul gazeteciler, köşe yazarları da benzer durumdadır. Bu zümreler içinde bağımsız ve hür kabul edebileceğimiz örnekler ancak küçük bir azınlık oluşturmaktadır.
Ne yazık ki bunun da en büyük sebebi toplumun kendisine yürümekte olduğu yolun dışında bir yol gösteren kişilere iyi gözle bakmıyor oluşudur. Toplum rehberlik görevi için bunları değil, halihazırda yürümekte olduğu yolda yoldaşı olan kendi “organik aydın”ını tercih eder. Bu terimin babası İtalyan komünist düşünür Gramsci’ye göre, “kendi sınıfının” yürüttüğü iktidar mücadelesi çerçevesinde ideolojik yapıyı dönüştürme görevi üstlenen kişidir bu. Bizdeki tabiriyle “dava adamı”. Esas olarak mensup olduğu kampın şövalyesi gibi davranan, “kendi mahallesine” zarar gelmesin diye fedailik eden bir adamdır karşımızdaki.
Sağdaki de öyledir, soldaki de öyledir. İktidara yaslanan da öyledir, muhalefet mahallesinin sakini de öyledir. Ama iktidara yaslanarak başka bir değer uğruna kendi fikrinden fedakârlık yapmak herhalde biraz daha sıkıntılı bir pozisyon olsa gerektir.
Fazla karıştırmayalım, tek bir örnek üzerinden bakalım bu pozisyona: Faiz sebep enflasyon sonuçtur iddiasıyla uygulanan heterodoks ekonomi politikaları yüzünden son beş altı senede millet olarak kaybımızın boyutu ortada. Yalnızca “fırına atıp yaktığımız” dövizin miktarı beş yüz milyar dolar civarında.
Seçkinler diyorduk ya, o zaman aklı başında ekonomistler bunun yanlış bir yol olduğunu söyledi. Ama halkımız onların sözüne itibar etmiyor. Buna mukabil gazetelerde köşe yazısı yazan fıkıh hocalarına ise itimat ediyor. Nitekim onlar heterodoks finans politikalarının Allah’ın emri olduğunu söylediler. Böylelikle seçimde vatandaşın oyunun yanlış yere gitmesine engel oldular! Hükümet seçimden sonra heterodoksiden vaz geçtiğinde bir şey demediler gerçi ama sorsanız “Biz heterodoksinin dalkavuğu değiliz” derlerdi muhtemelen.
Şimdi bunlar taşıdıkları nitelikler itibarıyla toplumun seçkinleri konumundalar. Ama nereleri seçkin?
Kişisel tercihler bir yana, toplumun zihniyetinin varoluşlarına kolayca izin vermediği bir zümreden söz ediyoruz aslında. Demek ki “mahallesinin fedaisi” olmayı değil, mahalle değerlerinin ötesinde kendi inandıklarının fedaisi olabilmek gerekiyor seçkin veya aydın olabilmek için. Bunun için ise insanın kişisel olarak mahallesinin değerlerinden bağımsız kendi değerlerinin, kendi ahlak anlayışının, kendi dünya görüşünün, kendi inandıklarının olması lazım.